aysetatileciksin

Archive for Nisan 2013

Çocukken ahşaptan yapılma ev şeklinde bir kumbaram vardı. Tutumlu bir çocuk olarak harçlıklarımdan hayli para biriktirmiştim. Lakin kendime kendi boyumda bir lahana bebek almak için hazırladığım bu birikimim ağabeyim tarafından bir öğleden sonra benim okulda olmamdan faydalanılarak, kumbaram kırılmak suretiyle halka arz edilmiş, o parayla muhtemelen mahalledeki arkadaşlara gazoz ısmarlanmıştı. Ağabeyimin aydınlanmama sunduğu bu katkı sonradan bütün düşünce dünyamı şekillendirecekti. İnsanın kardeşi gibisi yok.

Alamanya’dan gelen çiroz Barbie bebekle avunurken, çocukken de tombik olduğumdan-ne zaman değildim ki- bu bebeklere gıcık oluyordum ya, birikimim olmadığından lahana bebek hayalim, bir başka bahara kalmıştı. Birikim yapabilme yeteneğim çocukluk yıllarında hain bir saldırıyla bertaraf edilmiş olduğundan yıllar geçtikçe bu hususta kendimi yeniden terbiye etme ihtiyacı hissetmemiş, bütün paramla mahalledeki arkadaşlara gazoz ısmarlama fikrine daha yatkın hale gelmiştim.

Yeni çalışmaya başlayan her insanın tepesinde biten konuşma baloncuklarında büyüklerin “her ay bir çeyrek altın al” dayatmaları hala sonuç vermemektedir çoğu orta yaşlı gencin üzerinde. Benim refleksimin müsebbibi bu çocukluk çağındaki travma mıdır bilinmez. Velakin şimdilerde her ay bir çeyrek altın alıp yastığın altına atma meselesi yerini “bankada altın hesabı açtır” dayatmalarına bırakmıştır. O kadar altının üstünde rahat yatamaz insan tabii, son derece mantıklı. Altınlar yastığın altında güvende olmadığından bu yol hem bu açıdan, hem de bankaya verilen otomatik ödeme talimatıyla her ay düzenli olarak birikim yapılacağından daha güvenlidir büyüklerimize göre. Altın sesi, dinlemeye doyulamayan tek ses haline gelmiş güzel yurdumda. Üçlemedeki su sesine hatta navigasyondaki kadın sesine ise kimsenin tahammülü yok. Cahit Zarifoğlu, “halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur” dememiştir boşuna.

Bankaların yaptığı, karşılığı olmayan bir altın alım-satım furyası kuyumcuların işini hayli aksattı. BDDK’nın önünde toplanan kuyumcular bankaları protesto etmek için binanın önüne siyah çelenk ve pos cihazları bıraktılar geçen hafta. Başbakan’ın da bir zamanlar kuyumculuk yaptığından bahisle-ona gönderme yapılmadan hiçbir sorunun çözülemeyeceğinin farkında artık necip milletim- sorunlarına çözüm istediler ve bankalara “kazan kazan” anlayışı çerçevesinde her iki tarafın da kazanacağı bir çözüm yolu önerdiler. Buna göre kuyumcular artık bankaların altın bayisi olacak, böylece alan razı satan razı olacaktı. Bir zanaatın sahipleri, zanaatlarından vazgeçip rahatlamış, “buna razı olmayan bankalarla çalışmayız artık” diyerek aba altından sopa gösteriyorlardı. Köyden indim şehire filminde altın sayarken sürekli taciz edilen en büyük ağabeye seslenir gibi seslensek belki kafaları karışır da sayamazlar altınları: Himmet ağabeeeey! Her ağabey benimki gibi değil elbet. Birileri çıksa da şu “ win win” cilerin kumbarasını kırsa.

 

muhterem nurUzun yol şoförlerinin vazgeçilmez yol arkadaşıydı. Geceden yola çıkan ve sabaha karşı menziline varan şoförler direksiyon sallarken Baba’nın şarkılarıyla uyanık kalır, o hüzünlü sesin nasıl olup da uykuya yol açmadığı hep merak edilirdi. Aşağı mahallelerde tekerlekli arabaların cızırtılı hoparlörlerinden yükselirdi sesi. Özel bir lisenin yanı başındaki mahallenin delikanlıları sonuna kadar açarlardı küçük kasetçalarların sesini. O deli kan damarda durduğu gibi durmazdı sonra, o sesle çıkardı durduğu yerden. Lisede okuyan, eteğinin belini kıvırmış genç kızlardan birine yanıktı mahalleli delikanlı. Arkadaşının Doğan görünümlü Şahin’iyle kapıda beklerken arabanın camları açık, kolu dışarda, kız kapıda görününce açtı oto teybin sesini. Bir isyan yükseldi Şahin’den: “Bir içten bakışına gönülden vurulmuşum, dünyam cennet oluyor benim olduğun zaman”. Kız,”ıyyy” diyerek geçti yanından. Arkadaşlarına döndü, “bir bilet, bir jilet” dedi, gülüştü kızlar. Kollarındaki jilet izlerine baktı çocuk, gazı kökledi. Gözyaşlarını saklayacak bir silecek koymamışlardı bu modifiye arabaya. Aşklar ölümüneydi, uçurum derin.

Gençlerin ahlakını bozuyor, onları umutsuzluğa, karamsarlığa sevk ediyor denirdi Müslüm Baba için o zamanlar. Oysa o da anlayamazdı konserlerinde kendilerini jiletleyen gençleri. Çok da üzüldüğünü söylemişti bir röportajında. “Güneş her sabah yeniden doğar, benim şarkılarım umutsuzluğa sevk etmez” diyordu. Her gün o en ağır taşı dağın tepesine tekrar düşeceğini bile bile çıkaran modern Sisifos, Wagner dinleyerek anlaşılmaya çalışılıyor şimdilerde. Hüznün Jazz hali olabilirdi bu pek ala. Sonradan edinilince isyan, zengin durmuyor üstte. Yani ben sana blues dinleyemezsin demedim, blues olamazsın dedim. Derdim söyletir beni, feryat feryat.

Bir adamla bir kadın bundan 30 yıl öncesinde yalnızlığın çaresini bulmuşlar. Anasız, babasız iki göçmen birbirlerinin yaralarını sarmışlar. Kadının pavyonda çalışıyor olması, Baba’ya bir kurtarıcı payesi vermiş de, bu aşk bir ucuz roman malzemesi olmanın çok ötesindeymiş. Repertuarındaki şarkıyı söyledi diye kızdığı kadını sonradan ömrünün repertuarının baş yapıtı yapmıştır adam. İster ki aşkının hatırası hiç bitmesin. Muhterem Nur, Türk filmlerinin o boynu bükük, gözü yaşlı güzeli, 60’lardaki yükselişinin ardından bir pavyonda çalışmaya başladığında tanışır Müslüm Baba ile. Hala hayat arkadaşı olarak bahsedilir boyalı basında. Oysa 1986’da o ikiyüzlü ahlakın kabul edeceği şekilde nikahları da kıyılmıştır. Bir belediye memuru onları birbirine eş kılmıştır belediye başkanının kendisine verdiği sefil yetkiyi kullanarak. Hayatında bir kez gerçekten sevdalanmamış, bir kez gerçekten acı çekmemiş “bir kanaat önderi” pavyondan çıkarılan kadına gösterilen bir teveccüh gibi algılar Müslüm Baba’nın Muhterem Nur’a olan aşkını. Ucuzlaştırdıkça malzeme çoğalır ne de olsa. Aradaki 21 yıllık yaşanmışlık farkı, çıtır sevgili lugatına aşina beyaz Türk’e kadını aşağılamak için yeni bir fırsattır. Oysa 80’inde 50’sindeymiş gibi durmaktadır o aşkla yoğrulmuş kadın.

Pavyonda şarkı söylerken sahneye ilk kim çıkacak kavgasıyla tanışan, aşkını bile kavgasına borçlu adamın hayat arkadaşıdır, can yoldaşıdır artık o mahzun yüzlü kadın. “Gel otur, bundan sonra haracımı ye” demiştir Müslüm Baba. Almadan vermenin büyüklüğüne hayran olmuştur kadın. Talih kuşu bir gün de şaşırıp onlara konmuştur işte. Muhterem Nur’un zirvede olduğu dönemler geçmiştir. Bir film yıldızının ışıltısı değil, esrarlı gözleri çarpmıştır Baba’yı. Aralarındaki yaş farkından tedirgin olmamıştır ikisi de. Müziğinin hitap ettiği o ataerkil alt yapıya sahip kitle de bağrına basmıştır yengeyi. Sevdaya hesap karıştırmanın anlamsızlığını çözmüşlerdir çoktan. Yirmi yıl sonra anlıyorsun ya Müslüm Baba’yı, “hayat arkadaşı”yla arasındaki sevdayı da anlarsın bundan yirmi sene sonra. Aralarındaki 21 yıllık yaş farkı geriden takip ettiğin yıl sayısıdır aslında.

Ben senden önce ölmek isterim. Her aşık kadının amentüsü budur. Kendisi doğduktan yirmi sene sonra doğmuş bir adamın, o ince ruhun ardından elini, alnını öperek uğurlar sevdiğini o hayat arkadaşı. Ki o alın bir trafik kazası sonunda öldü diye kaldırıldığı morgdan çıkarılmasından sonra neredeyse yeniden yapılmıştır. Severek yaşattığı adamın arkasından “dua edin de ben de öleyim” diye yalvarmaktadır kadın. “Senin hasretin varken bu şehirde yaşanmaz” demektedir sevgiliye. Nisyan ile malul olmak istememektedir. Yaşamak değildir yaşamak sevgilinin ardından.

Doğan görünümlü Şahin olabilir ancak şimdiki aşklar. Bir boy aynası ile yaşayabilir çoğu adem oğlu ve kızı. Boşuna uğraşır durur birilerini sevmek için. Sevmeden önce birbirinin CV’sini inceleyenler yine sevemezlerdi birbirlerini simsiyah duman olsalardı. Sevmeye çalışanların da sevdaları ahtapot öldürülür gibi kafası betona vurula vurula öldürülür itinayla. Madem ki bu kerre mağlubuz, aşka iman tazelemeye ihtiyacımız var, Muhterem Nur’a ve onun aşkına bakabiliriz bunun için. Yeşilçam’ın en çok ağlayan ve en çok ağlatan kadını yol gösterebilir belki bize. “Sevmenin başka türlü şekli var mı?” Onu öğreniriz. E artık kanaat önderleriniz de onayladığına göre siz de Müslüm dinleyebilirsiniz ve Muhterem Nur’un ölmeyen aşkına hürmet edebilirsiniz.

Belki aşkınız söyletir bir gün sizi de, feryat, feryat! Ya da sorarsınız “Muhterem, biz bu şarkıyı en son ne zaman okumuştuk?”

Ayşe Özer

 

 

 

emek sinemasıYabancı Dil Sınavında sınav salonuna giren ÖSYM görevlisi salondaki kameranın kadrajını ayarladı ve gitti. Hey dostum, “kadrajı kurduğun yer bile politiktir”. Lütfen sınavda burnunuzla oynamayınız. Sonra birileri seyredecekti bunu. Film en azından konulu olmalıydı. Kamera, üzerinde “emeğiniz emanetimizdir” yazan kaleme zum mu yaptı? Film hayli distopikti belli ki, salona ancak şeffaf su şişelerinde sokulabiliyordu su. Frigo yerine devletin verdiği şekerler yeniyordu beynin glukoz ihtiyacı için.

Devletin kadrajı kopyayı çekeni görmüyordu, o nedenle salona anahtara girilemiyordu. Emanet birimi olarak okulun kantini hizmet veriyordu. Bir tost, bir şeffaf su, alın bu da araba! Biri emanete vermeye korkmuştu da, arabasının anahtarını çorabının içine sokuvermişti. Emek, emanetti devlete. Sinemadan çıkan adam dünyayı değiştirebilirdi, sınav anı kameraya alınan adam da o emanet kalemle bir isyan türküsü yazar mıydı? Devletin kadrajı görmezdi nasılsa. O kadraj ki Salacak’tan baktığında silüeti değişmemiş görüyordu. Boğaz manzarasının orta yerine diktikleri gökdelenler yetmemişti ki emanetimiz olan emeğimize de göz dikmişlerdi. Devlet sinemayı da, sinemadan çıkan adamı da sevmiyordu. Cuma namazından çıkan adamı seviyordu devlet. Kadraja hep o girsin isteniyordu. Şehre bir film gelmişti, iklim değişmişti hani? Yayları çıkmış koltukları bahane ediliyordu sinemanın, yan taraftaki AVM’nin sineması ne güne duruyordu? Emanetin teslim edildiği el, bir mezopuan ile flulaştırırken arka planı, seyircinin gözü hep esas oğlanın üzerindeyken Emek bir izzet-i nefis meselesi oluyordu. Su püskürtülüyordu Nisan yağmuru gibi, şeffaf su şişelerinden mi? Kasklarının arkasındaki rakamlar polislerin sicil numaralarıydı. Bu numaralara zum yapan kameramanlar da dövülmeliydi. Emek’imiz emanetti devlete ve onun dar kadrajına.