aysetatileciksin

Archive for Mart 2012

Çocuklarımız ateist, tinerci filan olup da 900’lü hatları aramasınlar diye icat edilen yeni çağrı merkezimizin numarası 444 le başlıyor. Aradığınızda sizi şuh sesli “hanım arkadaşlar” değil, kaygan ve yapışkan sıvılardan sorumlu müşteri temsilcisi Nihal Bengisu Karaca karşılıyor. Şu anda bütün müşteri temsilcilerimiz diğer müşterilerimize hizmet vermektedir. Lütfen bekleyiniz. Tahmini bekleme süreniz: yaklaşık bir asır.

Ankara’nın soğuğunda çocuklarımızın geleceği elden gitmesin diye sabahlayan öğretmenlere polis müdahalesi “süpürün” talimatıyla yapılmış. “Müjde istiyorum” deyiverince amirleri, adaleti tesis etmiş siyasi kolluk da. Metin Lokumcu’nun eşkıya yoldaşları süpürülerek püskürtülmüş.

Yeşim Sezgin’in yönetmenliğini yaptığı Süpürr isimli filmde, temiz kalpli, genç, üniversite mezunu ve işsiz bir delikanlı olan Oğuz, üç yıldır birlikte olduğu ve deli gibi aşık olduğu Naz ile evlenmeye karar verir. Ancak Naz’ın babası Cemal Bey, saplantılı bir biçimde kızını milli formayı giyen birisine vermeye and içmiştir. Çaresizlik içinde kalan Oğuz, sporcu olmanın yollarını aramaya başlar, başarısız denemelerin ardından tam umudunu yitirmeye başladığı anda televizyonda hiç bilmediği bir spor dalı görür; “curling”. Oğuz ve çocukluk arkadaşları curling (buz satrancı) takımı kurarak kimsenin bilmediği bu spor ile kolay yoldan Milli Sporcu olmaya karar verirler.

Milli olmadan kızını vermez baba. Milli Görüş gömleğini çıkarınca kimileri, milli olmuş sporcu edasıyla tribünleri selamlar ve tribüne oynar. Eğitim de bir sektördür, sağlık sektörü gibi kaymağı yenilesi. Polis dayağı görüntülerinin arasında yayına giren kamu spotunda “kız çocuklarımız okusun” mesajı da verilir dosta düşmana karşı.

Ülkenin feministleri Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali düzenleyip açılışlarda çocuk gelinleri, namus cinayetlerini tartışadursun, “açık lise ve eve kapalı kız” denklemi 444 ile geleceğimizin göbeğine oturmuştur çoktan. Yine bir süpürge yardımıyla. Sömürge tipi faşizm buz gibi havada, kaygan zeminde belki 1000. kez milli olmuştur.

Ayşe Özer

Geçen sene bu aylarda Etiyopyalı genç bir kadının ilginç küpeli bir fotoğrafı ortaya çıkmıştı. Ama isimli kadın, Etiyopya’nın Dimeka yerleşkesini gezen bir şoförde gördüğü Türk Hava Yolları bagaj etiketini çok beğendiğini, bunları alarak kulaklarına küpe yaptığını, renkleri ve şekli nedeniyle beğenerek taktığını söylemişti. Bölgeye giden prodüksiyon ekipleri onunla buluşarak mini bir belgesele imza atmışlardı daha sonra.
Etiyopya’nın Dimeka köyünde Hama kabilesi üyelerinin rol aldığı THY reklam filminde ise 6 çocuk sahibi Ama’nın kulağına THY bagaj etiketini takması anlatılıyor. Reklam filmi, “Bütün dünyada saklambaç oynanıyor olsaydı asla bulunmamak için herhalde bizim şu anda olduğumuz yere saklanırdınız. Uzak kıtanın, Afrika’nın en uzak ülkelerinden birinde, Güney Etiyopya’dayız ve bu en uzak ülkenin en uzak köşelerinden birinde Hama vadisinde bulunan Dimeka köyündeyiz. Buraya gelmemizin sebebi ise Dimekalı genç bir kadın. We are Globally Yours sözünün gerçekten doğru olduğunu anlayabilmek için dünyanın en uzak yerlerinden birine gelmemiz gerekiyormuş” sözleriyle başlıyor.
Reklam filminde öykünün kahramanı Ama “Burası Dimeka. 6 tane çocuğum var. Sabah kalkınca çocuklarımı yıkıyorum. Kocama kahve hazırlıyorum. Ardından iki çocuğumu okula yolluyorum. Sonra topladığım odunları satmak için kasaba pazarına gidiyorum. Odunlardan kazandığım parayla pazardan yiyecek ve giyecek alıyorum. Bu etiketleri Dimeka’ya gelen bir şoförden aldım. Kırmızı rengini ve şeklini çok sevdiğim için bunları kendime küpe yaptım” diyor.

http://www.dailymotion.com/video/xif8u7_thy-bagaj-etiketi-yeklinde-kupe-reklamy_news

 

Daha sonra bu olayla ilgili olarak gazetelerde THY’nin müthiş bir yüce gönüllülük gösterip, Ama ve kabilesinin ihtiyaçlarını karşılayarak jest yaptıkları haberi verilmişti. Ama, çocuklarına süt sağlayabilmek için THY’den keçi ve inek istemiş, genel müdür Kotil’in talimatıyla istekleri yerine getirilmişti. Ama şanslıydı, haline şükretmeliydi, ona bahşedilen doğal süttü en azından. Oysa zenginler yoksullara süttozunu yaraşır bulurlardı ezelden beri. Cemal Süreya da o müthiş şiirinde Varto depreminden bahseder, ancak söyledikleri Van’a yardım olarak gönderilen seksi iç çamaşırlarını, yardımın “reklamın iyisi” amaçlı kullanıldığı televizyon programlarını da hatırlatmaktadır.

 

“Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,

Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;

Varto depremini düşün, yardım olarak Batı´dan

Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni

Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti

Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,

Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın…”

 

Ama’nın kulağına küpe olan da ne olduğunu bilmediği bagaj etiketiydi. Yaşadığı yerin son çitinin ötesine gidemeyen Ünzile gibi kirlenmemişti. Kendisine sunulan nimetleri minnetle kulağına küpe yapıyordu. Dünya bir oyun sahnesiydi, isteyen saklambaç oynuyordu, isteyen iki çeteye ayrılıp savaşıyordu, isteyen doktorculuk ya da iyi niyet elçilikçiliği. Mahsusçuktandı canım her şey. Bahçe onun bahçesiydi, velakin kimsenin ona bir şey sorduğu yoktu. Kimseye “keserim topunuzu ha” diyemiyordu. Afrika petrollerine göz diken emperyalizm sosyal medyayı kullanıp Uganda’ya müdahale isteğini meşrulaştırmaya başlamıştı bile. “İki adam, iki en kahraman çekip cetvellerini kınından aç Afrikalıya pasta doğruyorlardı”. Bunun bir karşılığı olmalıydı elbette.

 

Türk Hava Yolları’na gelince, Amerikan yardımı ile büyüyenler, büyümüşlerdi de inayette bulunuyorlardı. Keşanlı Ali Destanında mahalleye muhtar olan Keşanlı, “Biz Marshall yardımı ile gelen süttozlarıyla büyüdük, mahallenin çocukları gerçek süt içsin” diye muhtarlığa bağışlanan ineği kabul eder.  1947-1952 yılları arasında İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın hediyesi olarak hazırlanmıştı Marshall Planı. Almanlar yenilince yenilmiş sayılmamıştık bu kez, Milli Şefimizin deyimiyle babasız da kalmamıştık ama yokluk almış başını gitmişti. Süttozu, bisküvi ve Amerikan bezi karşılığında verilmişti askeri üs izinleri.

 

Eskişehir’deki uçak fabrikasının kapatılıp, elin oğlundan beleşe alınan daha sonra yedek parçası uçak fiyatına alınan uçaklar, tarımda makineleşmenin önünün açılması ve zihnimizde Marshall Yardımının traktörle imgesel olarak özdeşleşmesi bu döneme rastlar. Tarımda makineleşme artınca işsizlik de artmış, acı vatana göç travması da başlamıştır. Truman Doktrini çerçevesinde her daim müttefikimiz bize yine bir güzellik yapmıştır. Truman Show’daki yönetmen de Truman Burbank için “ona bir cennet yarattım” diye buyurur. Cennet dediği, Truman dışında hiçbir şeyin gerçek olmadığı bir yalan dünyadır, bir televizyon şovudur. Truman, kah reklam panolarının önünde lafa tutularak, kah karısının kendisine hazırladığı kahvaltıya zoom yapılarak farkında olmadan reklamlarda oynamakta, kendisini yok sayan sistemin dişlilerini bilemektedir. Filmin sonunda Truman başkaldırır, darbe yapar. Hayatının aktörü değil, yönetmeni olmak ister, kimse ona replik versin istemez. Kendisine çizilen ufuk çizgisinin bir duvardan ibaret olduğunu fark eder ve o duvarı yumruklamaya başlar. O çizgi, onun ufku değildir, onun tahayyülü duvarı geçmiştir çünkü. Seyirci ise o arada TV rehberini aramaktadır!

 

Kemal Sunal’ın “Köşeyi Dönen Adam” filminde karnındaki elmas için bütün mahalle Amerikan eşeğinin büyük abdestini bekler. Semir Aslanyürek’in Şellale filminde “Amerikalıların çocuklarımızı aptallaştırmak için içirdiği eşek sütü” der kasabanın berberi Kel Selim (Tuncel Kurtiz) halk arasında bilindiği şekliyle Mareşal yardımıyla gelen süttozunu anlatmak için. 27 Mayıs’ta gelir Mareşal yardımı kimilerine ve postal eşek sütü kazanının içine düşer filmde. Amerika’nın eşek sütünü içince aptallaşanlar eşeğin karnında elmas var diye bekledikçe, o da yüzlerine osurmaktadır. Eşek oğlu eşek!

 

Ama, bütün dünyada saklambaç oynansa bulunmamak için saklanacağımız o kuytuda, kulağındaki kırmızı bagaj etiketleri sayesinde kendisine bahşedilen keçilerini “We are globally yours” melodisi eşliğinde sağmaktadır şimdi. Neye hizmet ettiğini bilmeden, kendisinden alınanın kendisine bahşedilmesinden mutlu.

 

Ayşe ÖZER

 

Eskiden karikatüristler takunyalı karakterler resmederlerdi bu şirk içindeki dinci tayfayı anlatmak için. Özellikle devlet dairelerinde masanın altındaki tahta takunyalar, duvara dayanmış namaz tahtaları hadesten ve necasetten taharetin simgesi olarak gözümüze gözümüze sokulurdu. Şimdilerde Cuma vakitlerinde boşalıyor devlet daireleri, özellikle büyüklerin ya da amirlerin gittiği camilerde eda ediliyor namazlar. Namaz vakitlerinde dirseklere kadar çekilmiş kollarla dolaşıyor memurlar ortalıkta. Şirk ruhumuza işliyor. Dindarlık değil, göstermelik ibadet artıyor. “Hamdolsun”lu, “Allah bugünümüzü aratmasın”lı mesaj kaygılı konuşmalardan mesajı alıyor karşıdaki, bizdendir bu diyor. Ramazan ayında  çay ısmarlama taktiği kullanılıyor, listeler yapılıyor yemekhanedeki  rasyoyu belirlemek adına ve kimin oruç tutmadığı da böylece hasbel kader belirleniveriyor.  Hikmetinden sual olunmaz, idarenin takdir hakkı diye bir şey var azizim. Today’s Zaman’a abone olunup, işyerinin adresi veriliyor, bazı sosyal çevrelerde görülen kabul yitirilmesin diye de adı “KPDS’ye hazırlanmak için abi” konuyor. Esnaf çarşılarında “cumaya gittim gelicem” yazıları süslüyor artık vitrinleri. Değişim ve kullanım değeri olan bir meta, vitrine konulası bir “şey” ibadet artık. Ne yaptığınız değil, nasıl pazarladığınız önem arz etmekte.

Setr-i avret namazın farzıdır. Avret yeri neresidir insanın, nereyi örtmesi gerekir? Nedir mahrem anlamadan ibadet edilir mi? Muhabbeti ve ibadetinin gizliliği ile övünen millet, namahremini nasıl bu kadar ortaya döker diye düşünüyor insan. Velakin kazın ayağı öyle değil, kimse inandığını iddia ettiği her neyse ona inanmıyor ve saygı da duymuyor. Haliyle fotoğraf çektirir gibi yaşayıp gidiyoruz.  Hac malzemeleri fuarlarında eskiden mankenlik yapmış, sonra tövbe etmiş(!) delikanlılar 5 VKT NMZ yazılı siyah anarşik tişörtlerle geziyorlar ortalıkta.

Bizim oralarda bir cami hocası vardı: Jet Mahmut. Jet Mahmut, milleti Dallas’a yetiştirmek için teravih namazını çabuk kıldırıyor diye Ramazanda onun hocası olduğu cami dolar taşardı. Sue Allen’ın entrikalarına yetişmek için huşu içinde on beş dakikada kılınırdı namazlar, yani bir tür kültürfizik olurdu ancak iftar sonrası. Yaradana en yakın olunan secdeye başın konulması ile kaldırılması bir olurdu. Sübhanerabbiyelalax3 ! Matematiksel açıdan doğru mu doğru. Sue Allen’ın tekrarı yoktu ne de olsa.

Bir Cuma namazında cemaatin, Erbakan’ın Mercedes’ine secde ederken çekilmiş bir fotoğraf vardı. Büyük bir gazetecilik başarısıdır bence. İstikbali kıble o nedenle farzdır, kıbleni şaşırırsan şirke kapılırsın. Vakit ve niyet de önemli, beş vakti dairendeki amirine endekslersen olmaz, namazda gözün yoksa ezanda değil, amirinin ayak sesinde olur kulağın. Niyetini de “Allah rızası için” diye özetlemek gerekir. Sadece rıza için yanlış anlama, sana huri veya nuri verilsin diye değil, ibadet dediğin rüşvet gibi karşılıklı bir sözleşme değil ki.

Müslüman din kardeşleri arasında da bazıları düşman kardeşler olarak damgalanır. Müslüman kardeşler çıkarlarımız çerçevesinde belirlenir. Kendine Müslüman olunur. Irak’ta ölenler düşman safında değerlendirilir. Mavi Marmaranın arkasından mendil sallanırken göz yaşı dökülür ki dostlar ve dahi “seçkin ve seçilmiş” Müslüman kardeşlerimiz alışverişte görsün. Öldürmeyi iyi bilenlere bir dakika denir, gerekli yerlere on emir hatırlatılır, “Men dakka dukka ya Esad!” denir. “Ama öldü efendim” denildiğinde “bilemem” denir. Metin Hoca bir ötekidir, canının hükmü ve kıymeti yoktur. Adil düzen, sosyal adalet vurgusu yerini “bizden olmayanın boynu altında kalsın” a bırakır.

Muhafazakarlık Batı’daki gibi restorasyona evrilmemiş, ölülerin, dirilerin üzerindeki tahakkümüne dönüştürülmüştür. Şanlı tarihimiz Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanmaktadır. Kökü mazide olan atiler yerine, eski zamanda nostaljik illüzyonlarla yaşayan, İslami hassasiyetlerini sadece yaşam tarzında, onun da ibadet alanında muhafaza eden, o alandaki hassasiyeti de birilerine göründüğü sürece önemseyen pırlanta gibi nesiller yetiştirilir.

Yetiştirilen dindar nesil, inşaat-göç-vasıfsız işçi denkleminde kendisine istenilen değer verilerek denklemi çözen değişkene dönüşür. Çılgın projeler için gerekli işgücü başka türlü nasıl sağlanacaktır ki? Uyuşturucu olarak tiner yerine din kullanılır, korteks hakimiyeti ortadan kaldırılınca sürüyü gütmek kolaylaşır. Sendika anarşizan bir yapıdır, üç kişiden fazla bir araya gelindi mi devlet oraya füze gönderebilir denilir. Gayri nizami harp koşulları ülkenin her alanına hakim olur. Öteki artınca insan ölümü de ucuzlaşır. İş kazalarında yiten canlar istatistiklerde birer rakam oluverir. Sendika dediğiniz bir sosyal kulüp, bir çıkar örgütü olduğu sürece makbuldur, mesela belirli alışveriş merkezlerinde A sendikasına üye olanlara indirim yapılırsa işe yarar. Sendikanın sunduğu olanaklar toplu sözleşme ve grev gibi haklarda değil, var oluş sebebine tamamen aykırı olarak tüketimde ortaya çıkmalıdır. Böyle “pembe” ve sarı sendikalar olabilir sadece bu iktidar alanında.

Muta nikahları ile desteklenir üç çocuk emelleri. Bir erotik malzeme satıcısının vitrininde cumaya gittim gelicem yazısı belirir. Nasıl yapılacaktır bu üç çocuk başka türlü? İslami evlilik siteleri kurulur, vatana millete hayırlı evlatlar üretmek için. Olmayanların da yürümeden yok edilmesi önerilir. Günler kısalır, hoca minareden inmez, namaz vakitleri birbirine karışır, iftar 19:30’dayken 14:30’da kimse kalmaz devlet dairesinde.

İbadet etmeyenler, ya da olması gerektiği gibi gizli ibadet edenler başkalarına kendilerini ifade etmek, gerekli açıklamaları yapmak, bir nevi günah çıkarmak ihtiyacı hissederler. Bu aşamada da hafız olan dedeler, başı örtülü babaanneler imdada yetişir. İman yarıştırılır. Parayla imanın kimde olduğunun belli olmayacağından dem vurulur.

İnanç, mahremiyetini kaybeder, İslami Kalvinizm çılgın projelerine devam etmek için sermayesini ve işgücünü dünyevi ödevlerini yerine getiren bu “dindar nesilden” sağlar. Geleceğin “inşa”sı bundan ibarettir. Bu nedenle dindar görünümlü müşrik nesil yetiştirmek önemlidir. Milletin tutkalı din olur, din denilince akan sular durur. Kavramların boş kalan çerçevede yalnız hatırası kalır.

Uyandırma servisleri, bir gece önce sabaha kadar içtikleri için değil, sahura kalkmış gibi görünmek istediklerinden erken saatte hizmet vermezler. “Geç aydınlanmanın erken aydınları”, erken öten horoz olmadıklarının ispatı için yumurta tavuk polemiği yaparlar.

Ayşe ÖZER