aysetatileciksin

Yoldaşım,

Bu partinin ve ülkenin geleceği uğruna süpürge ettiğin saçların üzerinden ne kadar çok eleştirildin. “Laikçi teyze” diyerek seni yerden yere vuranlar sadece karşındaki siyasi güruh olmadı, aynı yolda yürüdüğünü sandıkların da çelme takmaya çalıştılar sana. Kürsülerde TRT haber spikeri gibi konuşan, beden dili eğitimi ve diksiyon terbiyesi almış, ancak örgüt terbiyesinden yoksun, hissiz bir siyaset kapladı her yanı. Eril siyasetin sadece kişisel hırslardan oluşan dünyasında, hep aynı cümlelerin etrafında dönen parti toplantılarından bir gece vakti çıkıp da evinde piknik tüpünün üstünde yaptığın menemeni sormadı kimseler sana. Üç kuruş emekçi veya emekli maaşınla halen çalışmakta olduğun veya geçmişte çalıştığın yerde, dünya görüşün nedeniyle her gün her türlü gadre uğrarken ne yiyip ne içtiğini de sormadı kimseler. Sana “domates kabuklu mu, kabuksuz mu?” diye soranları baş tacı etti sistem, hem iktidarda, hem muhalefette. Bizim başörtülü bacılarımızın mağduriyetinden oy devşirilirken, o mağduriyet hep senin üzerinden devşirilmeye çalışıldı. Kurmadığın ikna odalarının sorumlusu da sen oldun, yoldaşın olmadığı halde partidaşın olanların halen dilinden düşürmediği 28 Şubat mağduriyetinin de.

Seni ancak bir erkek üzerinden tanımlamaya çalıştılar sonra. Bilmem kimin ekibindeki şu sarı saçlı kadın oldun, zaten herkes sarı saçlıydı ki be canım. Siyaset yapmak için bir erkeğin tahakkümü altına girmek ve özgürlüğünü feda etmek zorundaydın. Teamüller böyle söylüyordu. Bakışlardı senin düşmanın. Siyasetin gayri medeni hali, medeni halinle pek yakından ilgileniyordu. Seninle mülkiyet ilişkisi kurmaya çalışırlardı ki, kime ait olduğun belli olsun. Belirli sınırlar içinde bir bütündün, parçalanamazdın. Kadın olmamak dışında hiçbir niteliği bulunmayan erkek üyelerin sırf bu nitelikleri nedeniyle senin hakkın olan koltuklarda oturmasını için acıyarak seyrettin. 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü Kutlamalarında düşük desibelli sesini kürsüden duyuramadın, kadınlara ait o günde bile erkekler konuştu ve senden çok şeyler beklediklerini, sana çok büyük görevler düştüğünü söylediler. Acemi bir edebiyatçının Hemingway olmaya soyunup, 6 kelimeyle öykü yazması gibiydi kadın üzerine kürsüden erkeklerin yaptıkları konuşmalar. Hep görev düştü, hiç makam düşmedi sana. Erkek üyeleri gövdesiydi, sen koluydun bu partinin. Asli unsurun yanında, tali bir unsur olman gerektiğini bellettiler ki, kadın aklı ve sezgisi çıkmasın muhteşem ikballerinin önüne. Siyaseten var olmana izin verilmediğinden, eril siyaset aldı yürüdü. Öyleyse topla saçlarını Rapunzel, yukarı çıkmak isteyen senin yaptığın gibi merdivenleri kullansın!

Egemen erkeğin yedeğinde ve onun gölgesinde silikleşen, suretleri soldurulan kadın yoldaşlarımızın yanında, sadece vitrin malzemesi olarak kullanılanlar da oldu. Kendi değer ölçülerini erkek egemen siyasete uymak adına değiştiren kadınlar, kendilerini başka türlü ifade etme şansı bulamadıklarından erkekleşen kadınlar sardı siyaset sahnesini. Kanserli bir hücreye şeker enjekte ederek iyileşmesini beklemek gibi düşmanımız olan bakışlarla uzlaşarak kendilerine bir yol yaratmaya çalıştılar. Bilesin ki, dünyanın daha fazla erkek siyasetçiye ihtiyacı yok. Dünyanın kadın sesine, kadın bakışına, hisli siyasete ihtiyacı var. Düşük desibelli sesinle, titreyerek kurduğun cümleler kürsülere vurduğun yumruklardan çok daha kıymetli. Sakın erkekleşme yoldaşım!

Sen bu davanın amigo kızı değilsin. Erkek adayların suretlerinin bulunduğu tişörtleri giyip tezahürat yapmak değil görevin. Kenar süsü değilsin. Kimse seninle vitrin süslememeli.

Korkunç ve karanlık günlerden geçiyoruz. Öylesine karanlık ki her yan, el yordamıyla çevrelerinde bulduklarını işe yarar siyasi argümanlar zannettikleri de oluyor kimilerimizin zaman zaman. Karanlıkta birbirimizi bulabilmek için birbirimize ışık yakma yetimizi de kaybettik. Bugünün sübyan mekteplerini 20 sene önceden nasıl ön gördüysen ve sana laikçi teyze diyenler sadece siyasal İslamcılar olmadıysa, şimdi de kadınca sezgilerinle gidişatı analiz ederek vardığın sonuçları ciddiye almayanlar olacaktır. Sezgi, sözünü dinlediğimizde iyi bir öğretmen ve yol göstericidir. Bunu ancak kadınlar bilebilir. Öyleyse, sadece fikirlerden, hırstan, kavgadan oluşan eril siyasetin yerine, artık elinin hamurunu siyasete bulaştırmanın vaktidir yoldaşım. Kadınlar söz konusu olduğunda pozitif ayrımcılık, kota ve önlerini açmak gibi kavramlar gündeme gelir hep bilirsin. Artık “Önümüzü açmayın efendiler, önümüzden çekilin” demenin vaktidir.

Kızlarımızı korkmadan dolmuşa bindiremezken, evlerimizin içinde bile giyim-kuşam kontrolüne maruz kalırken ve yerleşik düşünceler sözlüğü, bir kadın düşmanı sözlük olarak her gün bir başka kavram setiyle bizleri hayatın ve siyasetin kenarına iterken ne yapmalıyız? Sosyeteye takdim edilme partileri Viktorya döneminde kaldı. Hayat ve siyaset, bir sipariş formu değil, biliyoruz. Eril hırsları ve iktidar kaygılarını taklit ederek gidebileceğimiz bir yer yok. Bir erkek siyasetçiden örnek alabileceğimiz cümleler yok, kendi kullanımımıza uygun cümleleri kendimiz üretmek durumundayız. Laiklik kadınlar için sadece siyasal bir tercih değildir, bizim için bir varoluş meselesidir. Endişeli laik olmamız ondandır. Biliriz ki, zulümle uzlaşılmaz, zulümle mücadele edilir.

Bilesin ki, anahtar ve maymuncuk listelerin vazgeçilmezleri, seyir bile edemezler senin içindeki şenliği. Sen bu mücadelenin kilit noktasısın. Sen bu partinin kolu değil, öz gücüsün. Seni il-ilçe örgütlerinde yine mutfak köşelerine, temizlik, bulaşık işlerine, dedikodu kazanlarına, her seçim sath-ı mahallinde gittiğin ev ziyaretlerine, apartman boşluklarında yapılan siyasete hapsetmelerine izin verme. Ki o seçimlerin sonucundaki bütün yenilgilerin de sebebi senin topuklu ayakkabın, boyalı dudakların ve ojeli tırnakların oluverir bilirsin.

Kimilerinin zannettiği gibi özel hayatımızda mutluluğu yakalayamadığımızdan, ya da çirkin olduğumuzdan siyasal angajman içine girmiyoruz. Evladının üzerine titreyen bir anne hassasiyetidir vatan ve bizim aramızdaki ilişkinin boyutu. Hayallerimizin sorulması için bir güzellik yarışmasında mikrofon uzatılmasını bekleyemeyiz. Dünya barışı ve çocuklarımızın geleceğinden dem vurmak için ülkenin temsiline aday seçilmeyi umamayız. Her birimizin durduğumuz yerde kök salarak, sadece var olarak bile esasen imkansızı başardığımızı görmek durumundayız. Erkek kılığında milli mücadeleye katılan kadın askerlerden, kavganın içinde yara sarmayı öğrenen fahri hemşirelerden, koca yürekleriyle cephede savaşan kadınlardan öğrendik ki, kadınlık ancak koruma altında bir uğraş olmaktan çıktığında amacına ulaşabilir. Hanım kardeşlik, bacılık, analık dışında sadece kadın olarak var olmamız bile ne kadar cesur olduğumuzun göstergesidir. Biz şimdi neyiz diye sormaktan vazgeçelim, biz koyalım adını mücadelenin.

Ortadoğu coğrafyasında, bir yanlışı düzeltircesine açmış bir çiçek gibiyken Cumhuriyetimiz, aynı zamanda bir kadın özgürleşme hareketi olan cumhuriyet devriminin sahibi de sensin. Senin siyasal var oluşun artık bireysel bir izzet-i nefis meselesinin ötesinde, partinin ve ülkenin varoluşu demek. Siyasal  İslamın her argümanını senin özgürlüğün ve senin bedenin üzerinden devam ettirmelerine ve onların kavram setleriyle seni tanımlamalarına izin verme. Siyasal İslamın hep yaptığı gibi, bizzat yaşadıklarımızı bize kendi çerçevelerinden anlatan, sundukları argümanlarla hayatımızı ve siyasetimizi şekillendirmemizi ön gören eril siyasete prim verme.

Eserimize sahip çıkmanın vaktidir artık, yoldaşım. Artık kahretmenin değil, yaratmanın vaktidir. Şimdi o topuklarının üzerinde ayağa kalk ve saçlarını rüzgara savurmayı öğret kız kardeşine. Karanlıktan korkmasınlar diye evlatlarımıza söylediğimiz düşük desibelli ve fakat koca yürekli şarkılar gibi, devrim şarkılarını meydanlarda bağıra çağıra söylemek vaktidir.

Derdini anlatırken elleriyle birlikte yürekleri de titreyen kadınlar kurtaracak bu yurdu. Bu partiyi ve bu ülkeyi ayakta tutan korkunç ve mübarek ellerinizden öperim.

Ayşe ÖZER

Şartlar olgunlaşmıştır. Şimdi ve acilen Cumhuriyet Halk Partisi içinde köklerine sahip çıkan ve yepyeni bir söz söyleyen, ülkeyi yönetmeye talip ve bu yetkinliğe sahip kadroların bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu kadronun oluşturacağı oluşum, gençlik kollarında çalışamayacak kadar yaş almış, belirli bir hayat ve siyaset tecrübesine sahip, bütün bilgi birikimlerini, beyinlerini ve emeklerini ülkenin kurtuluşuna vakfedecek, ikbal beklentisi olmayan yol arkadaşlarının oluşturduğu bir kuşak hareketidir. 70’lerde veya 80’lerde doğmuş, darbenin acısını ailesinde, çevresinde görmüş, depolitizasyon sürecinin acısını yaşamış, bir araya gelip bir şey yapamamanın bedelini ödemiş, bin yılda öğrenemeyeceklerini Şanlı Gezi Direnişiyle bir ayda sokakta öğrenmişlerin yol arkadaşlığıdır. Bu kadro, “size yedirmezler!” diyenlere karşı, “sağ olun abiler, biz tokuz!” diyebilecek, kariyerist kadroların, siyaset esnafının karşısına bütün samimiyetleri, iyi niyetleri ve amatör ruhlarıyla çıkabilecek özgüvene sahip, siyaseti bir meslek değil bir görev olarak gören yurtseverlerden oluşur. Bu kadro, hayatının baharındaki bir gencin anlık bir yol tercihinin hayatına mal olduğu, her yanında bombalar patlayan bu yurtta, kendi yol seçiminin halkının kurtuluşu olacağının bilincindedir. 15 yıllık enkazın altında kalmış, “sesimizi duyan var mı?” diye seslenen halkın arama kurtarma ekibi bu kadrodur. Hasta adam haline getirilmiş bu ülkenin acilci hekimleri bu kadronun yoldaşlarıdır. Körpe dalları bin kez kırılmış, umudu ve hevesi kursağında bırakılmış bugünün ve yarının umudu yoldaşlarını elinden tutup ayağa kaldıracak mürşitlerdir bu kadronun üyeleri. Son günlerde aramalara doyulamayan “namuslu cumhuriyet savcısı” olabilecekken dünya görüşü nedeniyle mülakatlardan elenen, partisinin bihaber olduğu, o her adımında bedel ödeyenlerin kendisi ve dahi yoldaşıdır bu kadro. Denizi görmek istediğinde başını yukarıya çevirip gökyüzüne bakan, Ali İsmaillere, Abdocanlara, Ethemlere yapılanları unutmayan, bunların hesabını soracak olanlardır bu kadronun yoldaşları. Hep aynı yolu kullanmanın toplumsal Alzheimer’a yol açacağının farkında olan, ülkenin içinde bulunduğu açmazda köklerinden gelen mücadeleciliği ile yol açan kadrodur bu kadro. Çocukluğunda uçurtma uçurmuş, saçlarını rüzgara savurmuşların, özgürlüğün tadını bilenlerin ve bu tadı halkıyla paylaşmak isteyenlerin son durağıdır bu kadro. Geç ergenlik yaşayan partinin, o dev çınarın yeni filizlerinin önünü açacak, yaşlılık sivilcelerini patlatacak, egoların değil, fikirlerin halkın yararına çarpıştığı bir ortam yaratacak olanlardan oluşur bu kadro. Bu kadro, düğün salonlarında yapılan kurultaylarda önlerine konulan maymuncuk listelerle hiçbir kapıyı açamayacaklarının bilincinde olan Cumhuriyet Halk Partisinin onurlu delegelerinin kadrosudur. Bu kadro, mahallesinden çıkmasına izin verilmeyen, mezhep siyasetiyle günü kurtaran bir yönetime terk edilmiş, bir çıkış yolu arayan mahalle delegesinin kadrosudur. Bu kadronun üyeleri, apoletlerini bırakıp Anadolu’ya geçen Mustafa Kemallerdir. Bandırma Vapurunun yolcularıdır. Resneli Niyazilerdir, Arhavili İsmaillerdir, Pir Sultan Abdallardır. Dolmabahçe Camiinin müezzinleridir. Şanlı Gezi Direnişini iliklerinde hisseden, onun ışık tuttuğu yoldan ilerleyenlerin yoldaşıdır bu kadrolar. Her koşulda umudunu mavi tutanların, el yordamıyla yoldaşını arayanların yoldaşıdır bu kadro. Orada olduğunu biliyorum yol arkadaşım, varlığın umudum, ilgin ve desteğin sorumluluğumdur. Daha gidecek çok yolumuz var, uzat elini!

Biz o kadar çok yandık ki, bu aydınlığı hak ettik. 

 

Her birey kendi hikayesinin yönetmeni olmak ister. Avuç içi kadar kalan parklarımızda kene korkusuyla çimlere oturamadığımızdan sırtlarımızda taşıdığımız rejisör koltuklarına merakımız bundandır belki de. Mekanlarımız elimizden alındığı sırada rejisör koltuğunda başkaları oturduğundan elimizde açılır kapanır koltuklarla kalakaldık. Oysa ki bu bizim hikayemizdi ve bizimkisi bir aşk hikayesiydi. Öyle bellemiştik. Mekan kurgusunu iyi yapamadığımızdan, gitmediğimiz görmediğimiz köylerin hala ve illa ki bizim olduğunu iddia ettiğimizden hikayemiz bizim istemediğimiz mekanlarda ve mecralarda bizden bağımsız akmaya başladı.

Kurgusal metinlerde mekan önemlidir. Hikayenin nerede geçtiği, gidişatını belirler. Yaşar Kemal’in romanlarında 40 sayfada bir kapı açılır. Usta, bütün Çukurova’yı dolaştırır da öyle getirir o kapının önüne. “Kapılar kolay açılmaz evladım”demektedir belki de. Mücadeleyi öğütlemektedir. Hızlı okuma tekniğiyle Dostoyevski romanı okuyunca adam, sorarlar “ne anladın?”“Olay Rusya’da geçiyor” der o da. Dostoyevski insanın huzurunu her türlü bozar. Okunması gereken kitapları okumaya bile yetmezken ömrümüz, her dakikasında biraz daha yalnız kalırız kendi adamızda. Ütopyalar, hep adalarda geçer, zira insan eli değdiğinde hayallerimizin yıkılacağını biliriz. Sağın ütopyaları olan distopyalar birer birer gerçek olurken ve Orwell yaşasaydı “şerefsizim benim aklıma gelmişti” diyemeyeceği nitelikte hikayeleri yaşarken, üç tarafı denizlerle çevrili ve fakat halkının büyük çoğunluğu yüzme bilmeyen ülkede, mevzular derinleştikçe atılan can simidi sayısı artar kürsülere. Kürsü, yerel siyasetçinin iktidar alanıdır, kerameti kendinden menkul siyasetçinin koltuğuyla birlikte gayrimenkulüdür. Mendil kadar iktidar alanını, fındık kadar erki elinde bulunduran, başlar kendi ötekisini yaratmaya, “biz”den olan nüfusa kayıtlı olduğu yere göre belirlenir. Ayağını bu toprağa basan mücadelenin öncüsü, Misak-ı Milli sınırları içinde dağlarda tek tek yanan çoban ateşlerini birleştiren yiğit insanların kurduğu kurucu partinin bir toplantısında daha tanışmadan önce karşıdakine şu soru sorulur: “Nerelisin?”

Kütük siyaseti, yalnızca mekanla ilgili de değildir, isimsiz Mehmetlerin emperyalizme karşı mücadelesinin üzerine kurulmuş partide soyadını, bir soylu veya ünlü aile aidiyetini itibar hanesine artı yazdırır. Kütüğe yanlış kaydedilir de bir direnişin ismi, yıllarca her resmi belgeye o şekilde aktarılır.

Bir gün herkes 15 dakikalığına da olsa O’ralı olur, kütükleri kütüklüklerinin önüne geçer otel lobisi siyasetçilerinin. “Geldiğimiz yeri unutmadık ki, gideceğimiz yeri şaşıralım” mottosuyla kasaba siyaseti Hasip ile Nasip’in arasına sıkıştırılır. Geldiği yeri unutamayanlar, bulundukları yere uyum sağlayamadıklarından “bizimkiler” dediklerine tutunur. Sonra “biz”den olmayanı ötekileştirip, ötekiyken kendi ötekisini yaratır. Siyasete yabancı bir kitle, düşünsel ve eylemsel hiçbir muradı olmadan bambaşka bir yabancılaşmanın müsebbibi oluverir.

İşçinin sendikalılığının değil, Harranlı olup olmadığının peşindeki hayli sol siyaset, aynı apartman aydınlığına bakan kapısı açık balkonlardan birbirinin sesini duyarak yaşayan emekçilerin sesini duymadığından apartman boşluğunda siyaset yapar ki, “mahalle çalışması yaptım” diyebilsin. Mahalleleri gezerek ve hiç tanımadıkları insanların kapılarını çalarak, halka dokunurlar.

Mücavir alan sınırları içindeki siyasi mücadele, hemşeriye dayanarak yapılmak istenir ki, herkes bizden olsun. “Orası benim görev bölgem değil” diyen trafik polisi gibi, Ankara Çankaya’dan, Türkiye  İzmir’den ibaret sanılır sonra. Çankaya’dan bakıldığında siluet bozulmamış görünmektedir. Hep aynı semtlerde, kurtarılmış bölgelerde yürütülür mücadele. Fiziki ve dijital mahallelerimizde herkes bizdendir, her söylem steril. “Lütfen sayfamdan defolabilirler mi koyunlar?” derken, köyün en son çiti, mücadelenin ufku oluverir, uyumak için saydığımız koyunlar bile atlayamaz o çitten. Hattı değil, sathı müdafaa etmeyi şiar edinenlerin devamı olması gereken kadro yurt genelindeki bir seçimde “büyükşehirleri aldık!” diye övünür sonra. Kahverenginin elli tonu vardır ama %51 ile gri Ankara’nın kahverengiye boyandığı iddia edilir. Olay Türkiye’de geçiyordur belli ki.

Kendi hikayesini bırakıp, karşıtının kendisine verdiği rolü üstlenen, onun kendisine yazdığı hikayeye göre kendisini konumlandıran kurucu partinin yöneticilerine sürekli sorulur: “28 Şubatta neredeydiniz?”, “15 Temmuzda neredeydiniz?” diye. Mekan kurgusunu yapan hikayeyi de kaleme alır. Platon’un mağarasının içinden seslenir sırtı kapıya dönük siyasetçi, “hemşerim, sen de bu mağaradan mısın?” “Öyleyim tabii, içinden”. Sabit ikametgah sahibi olmak, her zaman tutuklu olunan davadan tahliye sebebi olmamaktadır oysa ki.

Coğrafyanın kader oluşu, “nerelisin?” sorusunda bulamaz karşılığını. Kayseri il sınırında aşka gelen hemşerilik, kendi coğrafyasında fikrini yaymaya cesaret edemeyenleri büyükşehir siyasetinde ön seçim sandıklarında, delege seçimi kulislerinde buluşturur. Gurbette hemşerisini görenler sevinir de, mücadelenin yerlileri, öz yurdunda paryalaştırılır.

Demem o ki, bizim hikayemizin mekan kurgusunun nereli olduğumuzla bir ilgisi yoktur hemşerim. Nerede ve nasıl durduğumuzla ilintilidir ki, o mekan zulmün tam karşısında ve halkın tam içindedir. Uzak şehirler bizi çağırmaktaysa, artık hareket vaktidir.

 

aybüke

“Samet, baba demişti” der Asya, sevginin emek olduğunu anladığında. Oğlu “baba” dediğinden değil, Asya’yı her şeyiyle sevdiğinden Cemşit’i seçer. Güzel günler göreceğiz diyen o muhteşem şiirli şarkı marş gibi söylenirken ve sürekli geleceği işaret ederken, orta sınıfın taşrada hizmet etme aşkını anlatan dizi bile “Yarın Artık Bugündür” demektedir. Dizideki genç doktor “Ah bir elektromuz olsaydı” der, kalp krizi geçirmekte olan hastasının başında, çaresiz. Orta sınıf, gitmediği görmediği köyün kendisinin köyü olmadığını 70’lerde anlamıştır da, yurdumun cari solu, halkının sol yanından bihaber ve gittikçe elitize olduğundan yoksul çocuğunun dudaklarını ısırarak baktığı bir ekranda Şırnak’a öğretmen olarak atanmış olmasına neden sevindiğini anlayamaz. Ah bir elektrosu olsaydı! Teşhisini koyar mıydı hemen? Artık orta sınıfın da taşradan çekildiğini, büyük şehirlerde kendi taşrasını yarattığını, artık her bir bireyin kendi yaşadığı yerin dışına çıkamayan birer Ünzile haline geldiğini, kalabalık olan her yerde paniğe kapılmasını öğütleyen canlı bomba sistemin herkesi kendi karanlığına hapsettiğini düşünmeden, adını koyamadığı mücadelenin ekmeğini yerken yuları haline gelmiş fularını düzelterek sorar: Kızın adı neymiş? Ve alır sosyal kabullerin en büyüğünü.

“Ne işi varmış o saatte sokakta?” diye soran tecavüzcü zihniyetin Cihangir şubesi olduğunun farkında olmadan sorar: Tunceli’de öldürülen öğretmenin adı neymiş? Necmettin! Ha o zaman dini bütün bir ailenin çocuğuymuş. “Oh olsun!” demeye getirir lafı. Öğretmen kızın adı da Aybüke’ymiş. O da milliyetçi muhafazakâr bir ailenin çocuğudur besbelli. O zaman haberini “yoldan geçen öğretmen öldü” diye verelim de sitede, tarafsızlığımıza zeval gelmesin. Tanpınar sağcı be abi, okumuyorum ben onu. Bu yaz da motorları maviliklere filan sürelim, mavi yolculuk bu sene Bodrum’da “heval”. Pülümür Çayı’na da raftinge gidelim bir ara, tehlike geçsin de. Bak yeni bir Anadolu deyimi öğrendim “kuru kuru kurbanın olayım, kuru çaylarda boğulayım” diye. Yaz bir yere de ortamlarda solcuyum dersin.

Çocuklara isim koymak zorlu bir iştir. Yeni doğan ünitelerinin başucu kitabıdır yeni doğanlara isim sözlükleri. Saatli maarif takvimlerinin “bugün için yemek listesi” önerilerinin yanında vazgeçilmezidir bugün doğanlara isim önerileri. Çocuklara konulan ismin ekmek parasıyla bir ilgisi olmalı. Soyadlarıyla var olmuş bir hızlı solcu kitlesi, hala bir önceki neslin çektiği çilenin ekmeğini yerken, Dede Korkut’un çocuğa ismini hak etmesini öğütleyen terbiyesinden çok uzakta, bir kısmı mevcut sosyal kabul iklimine yanaşmak için kutsal kitaptaki bağlaçlardan çocuklarına isim türetirken, bir yandan da dudağını ısırarak baktığı ekranda solun en üst mertebesine, şark hizmetini yapmadan 1. Bölgesine atanmayı beklemektedir.

22 yaşında “ben öğretmen oldum” diye sevinen bir genç kızın tabutunun üstüne örtülen al yazma dert olur ismiyle müsemma olamayanların ülkesinin kerameti kendinden menkul yüksek solcularına. Sadece adınız değil, bir bez parçasını ne şekilde bağladığınız bu kitlenin bir zamanlar yerden yere vurduğu bir kavram olsa da, kendi “kamusal alan”ında kabul görebilmeniz için en önemli kriter oluverir. Al yazma bir siyasi simge olarak göze batar. Bir gemici düğümü bağlamak kadar zorlaşır mutena muhalefetin listesindeki baş ve boyun bağlama teknikleri. Maviliklere sürülemez motorlar hep bu yüzden. Kırmızı kamyonda mesele fularda değil, al yazmadadır. Sade tutku, ancak ucuz aşk romanlarında karın doyurur. Al yazmalı, elektrosu olmayan köylerdeki sağlık ocaklarında hastalarını iyileştirir, o köylerin damı olmayan okullarında öğrencilerini eğitir. Bilir ki, Samet kime “baba” dediyse ondadır sevda.

 

060111_eyuboglu4

“Böyle konuşamıyorum, gözlerine bakmam lazım” dedi genç kadın, güneş gözlüğü takarak karizmatik olduğunu düşünen, babet çoraplı kısa pantolonlu genç adama. O sırada “bir filtre kahve alabilir miyim hocam?” dedi genç adam garsona. Sofistike zevkleri olduğunu kanıtlamak istiyordu genç kadına. Filtre kahve her dilde sofistikeydi, filtreydi bir kere. Ağzının tadını bilirdi genç adam, sevmezdi esasen filtre kahveyi. Ama geçer akçe bu idiyse, sen de ortama uyum sağlayacaktın “hocam”. Kadın filtrelenmiş şeyleri sevmezdi, hala yoktu instagram hesabı. Hala mı yoktu?
“Duydum ki unutmuşsun gözlerimin renginiiiii” diye hançeresini yırtarcasına söylüyordu şarkısını, önünde paslı bir teneke, içinde bozuk paralar, akordeonunun üzerinde kuş resimleri, gözleri tamamen kapalı şarkıcı. Platonik aşkın abidesi gibi yükseliyordu sokağın ortasında. Sevgili, kendisinin görmediği renklerin hakimiydi, kapalı olsa da görsün isterdi gönül, gözlerinin rengini. Gönlüyle görsün muamma olsa da o renk. İnsan gözü, ne kadar sevildiyse o kadar renge girerdi, bilirdi adam, gönlüyle bilirdi. Akşamüstleri yeşeren ela gözleri, deniz kenarında turkuaza dönen mavi gözleri bilirdi. Bazen de o rengi tanımlayacak bir karşılık bulunamazdı yetmiş iki milletin dilinde. Sefildi dil, söz konusu aşksa, “kalem elden düşüyor” derdi koca şair yar deyince.

Nüfusunun yarısından çoğu göçmen olduğundan, göz renkleri çağla yeşilinden turkuaza, oradan menekşeye, oradan laciverte uzanan sayfalar dolusu bir kartelayı dolduracak çeşitlilikte olan Tanpınar’ın şehrinde, sokak müzisyenleri en çok o şarkıyı söylerdi. Duymuşlardı ki, sevgili gözlerinin rengini unutmuştu. Öyle diyesiydi elalem. Yazık olmuştu o gözlerden, -ki yaşarınca renkleri de değişirdi-, sevgiliye akan yaşlara.

Aşık Veysel, kendisindeki aşk olmasa, güzelliği on par’etmez sevgiliyi gönül gözüyle görmüştü. Gözlerini açtırmak isteyenleri “belki hayal ettiğim gibi bulamam dünyayı, hayallerim yıkılır” diyerek geri çevirdiği rivayet olunurdu. Aşkın gözü kör müydü? Hiç kimsenin göremediğini gösterir, köpüklü denizde yakamozdur ışıltısı. İki gözü rüyetten mahrum da olsa, kimseler duyamaz sevgilinin gözlerinin rengi hakkında biriyle konuşuk ettiğini. Gözleri kapalı maşuk, üşütür aşığı.

-Duydum ki unutmuşsun filtre kahveyi sevdiğimi?

-Filtre sevmiyorum ben.

Göçmeni demografik fırsat penceresinden bakan kentin en güzel abisi, sevdanın yerlisi olmadığından unutmuştur sevgili gözlerinin rengini. Yoksa aşkın bir gözü fazla.

unnamed_287

Yaz saati uygulamasının kaldırılmasının Ramazan’da iftar vakti üzerine etkisini tartışıyorlardı uzmanlar. İnsanlar sadece Ramazan’da aç kalıyormuş gibi iftar çadırları kuruldu yine adının önüne demokrasi eklenen meydanlarda. Çocukluk günlerimizde bir güzel adam vardı: “açız biz, aşka, dostluğa kardeşliğe açız” diye haykıran. En son ceylanlı şarkısını seçim meydanlarında hoparlörlerden duyduk bangır bangır. Şarkılarımızı da aldılar ya elimizden, neyle beslemeli ruhumuzu?

Emekçiler sabahın seherinde yola düştüler yine. Yaz saati uygulamasının kaldırılmasının ardından artık karanlıkta yola düşüyorlardı mesaiye yetişmek için. Mesai saatleri içinde emekçi bir bütündü, parçalanamazdı. Karın tokluğuna değildi haftada azami 45 saat mesai, açlık sınırının altında ücret için çalışıyorlardı fakat. Gizli işsizler ordusunun neferlerinin ruhları, zihinleri, iş sahibi olanların karınları açtı. Toplu bir açlık grevindeydik. Akşam televizyonda izledik Survivor’da insancıklar çok aç kaldılar da, ödülü hak etmek için çok çabaladılar. Çok reklam aldı yine sahte hayatta kalma mücadelesi.

Bir harften fazlasını öğretenlerin köle olması istendiğinde başladı açlık oyunları. “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin”, “Allah olmayana da versin” terbiyesini muhafaza etmedi muhafazakarlık, açlığa mahkum etti kardeşini. Zihnini bilgiyle doyuranların o bilgiyi aktarması tehlike arz ediyordu büyük ağabeyler için. Bir toplum hafızasını her gün yeniden yitirirken, toplumsal bir Wernicke-Korsakoff idi yaşadığımız. Ramazan’da iftar ile sahur arasındaki zaman dilimi çok kısa olduğundan beslenmenize dikkat edin diye öğütledi uzmanlar. Galileo’nun dediği gibi “Dünya yine de dönmekte olduğundan”, biz tokken komşumuz henüz aç oluyordu, hep saat farkından. Şişko dünya bazı coğrafyalarda hiç dönmüyordu da, ondan akbabalı fotoğrafları çekiliyordu kemikleri sayılan çocukların.

Ankara’da eylemlerde arkasına saklanılan, genellikle önünde durulan İnsan Hakları Anıtının önünde iki anıt daha yükseliyor 180 gündür. Bizi öldürmek isteyenlerin ülkesinde, açlıkla terbiye edilmeye çalışılan, rahle-i tedrislerinden geçmeden bize bir harften fazlasını öğreten iki beden, “Elif gibi dimdik” duruyorlar orada. Hafızalarını yitirmeye başlamalarıyla, yitiyor cümlelerimiz.

Mehmet Başaran, Aç Harmanı kitabında henüz olgunlaşmamış olsa da, tarla sahipleri aç kaldığından kaldırılan bir ekin harmanını anlatır. Mücadele henüz olgunlaşmamıştır efendim, şimdi zamanı değildir, şimdi yola çıkılırsa yarı yolda kalınır demenin vakti değildir artık. Ambar süpürülüp, çuvalın dibi göründüyse, bir türlü yeşeremeyen mücadelenin aç harmanını kaldırmak vaktidir. O satırların yazarı artık öyle olmasa da, açız biz, aşka, dostluğa, kardeşliğe açız.

*Mehmet Başaran’a saygıyla.

ali-tatarİstiklal Caddesinden geçme sakın!” dedi annesi, “1 Mayıs eylemi varmış”. Tarlabaşı’ndan dolanıp Şişhane tarafından çıkmaya çalışırken gördü onları. Ellerinde dev bayraklar vardı. Karşı yönden gelenlerin ellerinde koca döner bıçakları. Birkaç sene önce, daha okumayı yeni sökmüşken meydandaki büyük otelin penceresinden “1 Mayıs 1977’de buradan ateş edenler bulunsun” yazan bir pankartın sallandığını görmüştü. Pankartın altında “Genç Siviller” yazıyordu. Ertesi gün okuldaki okuma bayramında, öğretmeni kendisinin elmasını kızartıp yanağından öptükten sonra bütün okulun önünde soruvermişti: “Öğretmenim, sivil ne demek?” Öğretmeni gülümsemiş, “Senin benim gibi insanlara sivil denir Aliş’im” demişti. “Ellerinde silah olanlara da asker”. Yıllar sonra da kafasında sivil kelimesinin karşılığı otel penceresinden pankart sallandıran çocuklar olarak kalacaktı. O pencereden kim ateş etmişti sahi? Bu kadar sene nasıl olup da bulunamamıştı? Güvenlik kameraları her yerdeydi.

Güvenlik kamerasına takılmamak için pankartın arkasına saklandı yine Ali. Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformunun eylemi yine Abdi İpekçi Parkının o dev avuç heykelinin önünde polis engeline takılmıştı. Sevdiği kızın babası “askerlik yapmamış adama, işsiz güçsüz adama kız vermem” demişti. Geçen dönem kardeşi askere gittiği için o gitmekten kurtulmuştu. Dün yine celp gelmişti askeriyeden. “Vicdani ret eylemine de katılalım” demişti platformdaki arkadaşlarına. “Platforma siyaset bulaştırmayalım” demişti en kıdemlileri.

Kendinden daha kıdemli herkese “komutan” deniliyordu, öyle demişlerdi. Komutanı, “Tezkere bırak oğlum” dedi Ali’ye. “Hem maaşa geçince sevdiğin kızı da verir babası”. Cep telefonu yasaktı askerde, tuvalette bile güvenlik kamerası olduğu söyleniyordu. Tuvalete taş atmayacağına dair imzaladığı taahhütnamede yazıyordu diğer yasaklar gibi. Koca bir çınar ağacının dibinde tuttuğu nöbette, ağacın koca dallarının çatallaştığı yere oturup gizlenerek başçavuşun verdiği telefonla gizlice aradı sevdiğini, sordu telefonda: “Tezkere bırakayım mı?” Asker karısı olmak istemezdi belki. “Bırak” dedi kız. Dolabının kapağına astığı ve her gün bir gün daha eksildi diye çarpı attığı not kâğıdını çöpe attı o akşam. Şafak karanlıktı artık.

Şafağın sökmesine yakındı belli ki, ortalık kapkaranlıktı. Aliş, birkaç sene önce gördüğü o dev pankartlardan birini taşıyacak yaşa gelmişti. Eylem bittiğinde arka sokaklara kadar kovaladı polis, bir köşe başında kaybetti arkadaşlarını. Bir fırının önünde kıstırdılar köşeye, “vurmayın öldüm” dedi. O son tekmeyi atanı göremedi.

Tekme atar gibi yürümeyi öğrettiler önce Kuleli’de. Her 19 Mayıs’ta vapurla boğazı dolaştıkları sırada Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçerken, “Atamızı görmek istiyoruz” diyerek suya atlayan ağabeyleri gelirdi aklına. “Şimdi sağ olsa onu görmek için ben de atlardım suya” diye düşünürdü. Şark görevi sırasında çocuklarından ayrı kaldığında hep o boğaz gezilerini hatırlardı ferahlamak için. “Tezkere bırak” dediği bir askeri vardı, adaşıydı, çok severdi Ali’yi. Ali’nin şehit düştüğü haberini vermek için köyüne yolladıkları komutanları köye ancak iş makinesiyle gidebilmişlerdi. Cenazesiyle köyüne yol götürdü Ali. Yol için kurban istedi tanrılar. Ağıtlar bir mili marş gibi okundu köyde. Köyün meydanında trafik vardı artık, durdu trafik. Cenazesi devlet erkânıyla birlikte cemevi yerine camiye götürüldü Ali’nin. Öğretti Ali, ölürken bile.

Komutanları öğretmenleriydi aynı zamanda. Bir isimsiz ihbar mektubunda adı geçiyordu komutanlarına suikast planladı diye. Bir gece vakti geldiler, şafak sökmeye yakındı ki ortalık zifiri karanlıktı. Tekmelerle çaldılar kapıyı, açıldı kapı. “Aşağıda bekliyoruz seni” dediler. Banyoya girdi, yasal mermisiyle tek atışta kana bulandı her yer. “Karanlığa bir nebze ışık” oldu tek kurşun. 11 lira 25 kuruş borçlandı devletine ölürken, zimmetindeki mermiyi kişisel işleri için kullandı. Sivil Ali, askeri törenle defnedildi. Devlet büyükleri yoklardı törende.

Devlet büyükleri gelecekmiş diye çift vardiya çalıştı o gün yol yapım işçisi Ali. Şehit cenazeleri, yeni yapılan yollar sayesinde evlerine daha kolay ulaşabilecekti. Bu da vatan borcuydu Ali’nin. “Kaç yaşındaymış çocuk? Vah vah” dedi. Çınar ağacının yaprakları rüzgârda hışırdadı, içi ürperdi Ali’nin. Kırdı somunu ortadan ikiye.

Aliş, aldı sıcacık ekmeği çıkmaz sokaktaki fırından. Fırıncının gözlüklerinde yarılan ekmeğin buğusu yoktu, kırılmıştı gözlüğü, bir kavgaya karışmıştı dün akşam. Bir şerefsiz vatan hainini dövmüşlerdi tenhada kıstırıp. Ballandıra ballandıra anlatıyordu. “Vurmayın, öldüm dedi. Bir tane daha tekme savurdum”. Fırıncı küreğini tekme atar gibi savurdu o son tekmeyi anlatırken. “Fırıncılar da sivil değil demek ki” diye düşündü Aliş. Bir elinde ekmek, diğer elinde kağıttan uçurtması koşa koşa geçti meydandan. Vardiyadan dönen babası evde uyuyordu, kalktığında taze ekmek yesin. Evin bahçesindeki koca çınar ağacının dalları kocaman bir sapanı andırıyordu.

desierto-international-poster-1200x1722

 

Bebek sahillerinde bir domuz görüldü. Nereden geldiğini anlayamadıkları domuzu bir avcı pompalı tüfeğiyle vurunca vatandaşlar derin bir nefes aldılar. Söz konusu avcının Bebek’te günün kahramanı ilan edildiği öğrenildi. Bebek sahillerine domuz geldi, vatandaş kaçtı. Domuzun boğazı yüzerek karşıya geçtiği anlaşılıyor. Domuz eşini kıskanmadığından dinen yenilmesi caiz değil. Ortanca hanımların kol gezdiği, olmadı bir de sinema yapılmadan önce 3-5 tur atılan Bebek’te bu ahlak yoksunu hayvanın gezmesi domuzların yüzme bilip bilmediği sorusunu akıllara getirdi. “Domuzlar yüzme öğrenmesin” diye bağıran çocuklara biber gazı sıkılmak suretiyle…Yerinden edilen domuzlar eşlerini kıskandıklarından caizdir onları yemek.

 

“Bilemem insan nerenin yerlisidir” der İsmet Özel. En küçük ölçekte fikirlerini hayata geçirememiş bir aydın kılıklı mesela, önce kendi sokağını anlatamaz Çehov’un yol gösterdiği gibi ve fakat kendisine sorsak dünya vatandaşıdır. yıkılsındır her türlü duvar, kendisinin en yakınıyla arasına ördüğü müstesna.

Kavganın şairlerinden Hasan Hüseyin bir şiirinde kendine şöyle seslenir:

“Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin

Çünkü aşk şiirden önce gelir sende

Oysa şiir önünde gitmelidir herşeyin”

Der ve en güzel aşk şiirlerinden birini yazar. Büyük insanlık için yazdığı şiirlerin aşk şiiri olmadığını kim iddia edebilir? Turgut Uyar, Tomris Uyar’a vurulduktan sonra her yazdığı biraz onadır da, iş sade ona bir şiir yazmaya gelince korkulu ustalığını konuşturur, “Tomris Uyar için bir şiir kurma çalışması” diye başlık atar. Sevgiliye söyleniyorsa söz, acemilik efendimizdir.

Dino Buzzati, Tatar Çölü romanında kimsenin gelip geçmediği, dolayısıyla kimsenin de saldırmayacağı bir kalede pelerininin salınışına hayran bir askeri anlatır. “Hepiniz mezarısınız kendinizin”, hepiniz bekçisisiniz kendi çölünüzün der. Türk filmlerinde Leyla’yı bulma faslında çöllere düşen Mecnun ile tanışılan ve Kilyos sahillerinde kumlara bata çıka Leyla’yı arayan Mecnun figürüyle özdeşleşen resimde en uzun faslın esasen Leyla’dan geçme faslı olduğu anlatılmaz.

 

Bir güzelim şehri ortadan ikiye bölüp sonra köprüyle bağlama projeleri çılgın projeleri olur bu karanlık çağın. Bir köyün ortasına çizilen sınırın ayırdığı iki sevgiliden biri gümrükten izinsiz geçirilen koyunlarla birlikte tutulduğu nezaretten bir askerle karşı köydeki sevgilisine mesaj gönderir: “Seni seviyorum” der hemcinsi yürüme mesafesinde birbirlerine bir ülke uzaklığındaki sevgililerden diğerine. Herkesin ve herşeyin yürüme mesafesinde olduğu bir taşra kentidir artık dünya. Yine de yüz metre öteden her bayram birbirlerine bayram şekeri atar akrabalar sınırlarda. Nöbetçi askerler boyuna hediye ve mesaj taşır oradan oraya. İpek Yolu’nun orta yerinde bir soru belirir: Bir kilo ipek mi ağırdır, yoksa Sait Faik’in meşhur ipekli mendil öyküsündeki saf ipekten mendiller gibi avuç içinde sıkıştırılsalar bile asla buruşturulamayacak olan mülteci çocuklarının ağırlık olmasın diye kıyıda bıraktıkları ipek saçları mı? Ya kardeşi ağır gelir mi insana? Yürüme mesafesindeyse özgürlük ve umut, o sınır geçilir, her gün duvara bir tuğla koysa da büyük ağabeyler. Bir deve hörgücündeki suyla idare edebilir büyük insanlık. Bu karanlıktan da böyle geçilir.

Zira “Böndür beni belimden bölmeye kalkan enlem, benden iki bakışık parça çıkarmaya çalışan boylam da berbat”. Büyük insanlığın derdine çare olacak reçete zaman baskısı altındaki bir hekimin aceleyle yazdığı bir metin, şifalı ve fakat okunaksız. Öyleyse hurufi bir eczacı gerek bize.

Desierto filminin yönetmeni, sınırın bu yanından Ademoğluna bir şiir kurma çalışması içindedir ve elbette ki aşk şiirden önce gelmektedir. Filmdeki kamyonet bir Patriot füzesidir. Şoförü kovboy şapkası ve çizmeleriyle hayli Amerikalı. Köpeği dost ve müttefiktir, her daim sadık. Çölde bir vahadır Desierto. Kadraj hep bizim taraftadır ve kurulduğu yer elbette politiktir.

O sınır geçilir, o duvar yıkılır bir gün. “He ain’t heavy, he’s my brother” çalarken fonda, birbirimizi sırtımızda taşımayı öğrenirsek.

beyoglu

Yürümenin yaratıcılığı arttırdığını söylüyor araştırmacılar. Ulysses’deki ve Mrs. Dalloway‘deki karakterlerin yürüyüş güzergâhları yeniden canlandırılıyor edebiyat fakülteleri tarafından. James Joyce ve Virginia Woolf, bilinç akışını kağıda dökebilen yazarlardı. Bunu yapmak için karakterlerini şehirde yürüyüşlere çıkardılar. Koşu bandında günde 10000 adım atarak formda kalmaya çalışan modern insandan bir Mrs. Dalloway daha bekleyemeyiz elbette. Güzergah mühim. İnsan çoğu kez yürürken, Mrs. Dalloway gibi yalnız etrafındaki şehri algılamaz. Geçmişini gözden geçirir, “usul usul kurarak, çevresinde büyüterek, yıkarak, her an yeniden yaratarak.”

Yaratamayan zamanın ruhu, mekanın ruhundan hoşlanmıyor. Mekan eskidikçe, yerine yenisi beton yığını halinde dikilsin isteniyor. Yüksek gelirlinin şehrin merkezine dönme çabasıyla ortaya çıkan kentsel dönüşüm projeleri, şehrin dokusunu oluşturan, onu her gün yeniden inşa eden her türlü ötekiyi mutenalaştırırken, tek tip akıllı evlerinde yaşayıp gidiyor ahali. AVM’lerdeki cep sinema salonlarında, arkadaki seyirciyle hayli içli dışlı koltuklarda, yan taraftaki sevgili koltuğunda oturan çifti rahatsız etmemeye çalışarak, evdeki televizyondan biraz hallice bir ekranda sinema filmi izliyorlar. Hepsinin gözlerinde kocaman 3 boyutlu gözlükler, dış dünyada göremedikleri gerçekliğin sanalını görme peşindeler. Mısır çıtırtıları arasında yitip gidiyor filmin konusu. “Muhtemelen film Türkiye’de geçmiyordu” diyorlar çıkışta filmi yorumlarken, “çok da emin değilim ama, sonuçta adamın gözleri açıldı galiba”.

Oysa yok olan bir şeylere de benzerdi bir zamanlar sinemalar. Şimdi o kadar kullanışlı ki, hayal bile kuramıyoruz nerdeyse*. Mesela, Beyoğlu’nun orta yerinde “Beyoğlu çok bozuldu azizim” diye ahlanıp vahlanan entelijansiyanın takıldığı meyhanelerin hemen yanı başında, Beyoğlu Sinemasını göreceksin, sakın şaşırma. Hani rivayete göre Ofsayt Osman, “Bu da mı gol değil hakim bey?” diye seslendiğinde, bütün salon “Gol be!” diye bağırmıştır gözyaşları içinde, işte orası. Şimdilerde “salon tadilatı yapmazsanız, festival filmi vermeyiz size” denildiğinden kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalan. Konforu sanatın önüne koyduklarından elitize etmeye çalıştıkları bir festival furyasında, bir sonraki hafta vizyona girdiğinde kimsenin izlemeyeceği, ama festival ortamında görünmenin sosyal kabul görmenin baş şartı olması hasebiyle, bitki örtüsü yeşil fular olan mekanlarda boy göstermeye çalışanlarca ikinci bir Emek Sineması vakasına dönüştürülmesi an meselesi olan Beyoğlu Sineması. Kentsel dönüşüm, sanata nüfuz ederken, mutena semtlerin mutena büyüklerince “uygun görülmeyen” Beyoğlu Sineması. Hani fuayesindeki kafede en sevdiğin sanatçılar buluşmuştu. Dönsen hayaline çarparsın Sadri Alışık’ın. Salon girişindeki yer göstericiyi de gözüm bir yerden ısırıyor sanki. Diğer sinemalar ne kokuyor bilmem ama, Beyoğlu Sineması buram buram tarih kokuyor.

Sen bakma o büyük ağabeylere, şimdi kapanacak olsa Beyoğlu Sineması, en ön safta direnip, “yaşam tarzımıza müdahale ediliyor” diye sosyal medya alemlerinde trend topic olurlar. Sonra bir Nevizade akşamında, “adamlar önce yıkımı meşrulaştırıyor, sonra da yıkıyorlar azizim” diye tokuştururlar kadehleri. O kadeh bir küfür gibi durur ellerinde. O meşrulaştırma sürecinin değirmenine kendilerinin de su taşıdığını anlatamazsın o mutena büyüklerimize. Ertesi gün fularlarını değişik şekilde bağladıklarında devrim tamamlanmış olacaktır, ona inanırlar.

Yürümek, iman tahtasının üstündeki baskıyı kaldırır. Beyoğlu Sinemasındaki güzergah yok olan bir şeylere benziyor, hayal kurduran. Aynı güzergah üzerinde buluşalım da Kulübe-i Ahzan’a sahip çıkalım. Bu defa gol be!

  • Edip Cansever’e saygıyla

the_salesman

Ahmet Hamdi Tanpınar ünlü romanı Huzur’un tamamlanmadığını, Suat’ın intihar mektubunu yazacağını söylemiştir. 55 sene tozlu arşivlerde keşfedilmeyi bekleyen o mektup, nihayet geçtiğimiz günlerde hayırsever bir edebiyatçı ekip tarafından okur-yazar dünyasına kazandırıldı. O mektubun ilk sayfasında Suat şöyle der:

“Aziz Mümtaz,

Bu mektubumu okuduğun zaman hakkımda ne düşüneceğini bilmiyor değilim. Kendini öldürmek için elalemin evini seçmek her hâlde beğenilecek bir hareket değil. Dünyada yer mi yok!”

Ölmek için elalemin evini seçmek beğenilecek bir hareket değildir. Son 10 yıldır milyonlarca insan ölmemek için başkalarının evini yurdunu seçmekte. Ruhunu özgürleştirmeyi kendi özgür iradesiyle seçen intihar meyilli, dünyayı yönetenlerin antidepresan gülümsemeleri altında, pavyon patronu kapitalizmin her gün biraz daha borçlandırarak kendine mahkum ettiği düzende, her gün başka türlü bir tecavüze uğramakta. Bu yüzden yöneticilerinin çoğunun kaseti veya kaset şüphesi var.

İran Sinemasının büyük yönetmeni Asghar Farhadi, Arthur Miller’in ünlü tiyatro oyunu Satıcının Ölümü’nden serbest uyarlama yaparak çektiği Satıcı isimli filminde bir tecavüzün öyküsünü anlatır. Asla tam olarak telaffuz edilmeyen tecavüz olayı, esasen toplumda da asla tam olarak dillendirilmeyen tecavüzlerin aynasıdır. Her gün binlerce kadın asla tam olarak dillendirilmeyen tecavüzlerin kurbanı olmaktadır. Söz konusu tecavüzse, hafıza-i beşer inkar ile maluldür. Hele ki tecavüz kurbanının erkek yakını ise. “Elalem ne der?” korkusu kadının gördüğü muamelenin de, tecavüzcünün suçluluğunun da ötesine geçer. Ölmek için elalemin evini seçmek, beğenilecek bir hareket olmasa da, başkalarının karısına bakışlarındaki manadan intikam devşirir tecavüz mağdurunun yakını. Asghar Farhadi, filmle ilgili bir röportajında, filmin ana karakterlerinin filmde tiyatro oyuncusu olduklarını, esasen empati yeteneğine sahip olmaları gerektiğini, ancak gerçekler söz konusu olduğunda tecavüz mağduru Rana’nın kocasının tecavüze bakış açısının toplum baskısının altında kaldığını anlatır. Filmde, sahneye konan tiyatro oyununun mu gerçekliğin, gerçekliğin mi oyunun provası olduğunu anlamak güçleşir. Gerçek hayattan da alınsa öyküler, bazen kurgu öyle zorlar ki yazarı, yönetmeni, araya bir replik veya konuyla bağlantısı bulunmayan bir karakter eklemek gerekir. Bu nedenledir ki, sinemadan çıkan insan, otobüs durağında bekleyen insan topluluğuna denk gelmese belki de dünyayı değiştirebilir. Gerçeklik, hayali yok ettiğinde, keskin sınırlı solid bir tümör oluverir, çıkarılıp atılası.

İnsan en iyi kendi dilinde anlatır acısını. Kimse “Türkçe ağla”yamaz. Dilin oluşumunda mı acı yerleşir dile de, mesela dünyanın en güzel ritme sahip dillerinden Farsça, acıyı en güzel ifade eden dillerden biri oluverir? Yoksa dili konuşanların çektiği acılar mı yerleşir dile de, o gırtlaktan değil adeta ciğerden çıkan melodi altyazısız bile izlense o acı, derdini anlatır? Babil Kulesini yıkar Farhadi. Yıkar da, film, yabancı dilde Oscar adayı olur. Esasen kendisi bir yabancı dil olarak dünyaya tanıtılmış, daha sonra ise bilmeyenin adam yerine dahi konulmadığı bir dil haline dönüşmüş olan İngilizce, Oscar’ın anadilidir. Oscar Amca, derdini anlatacak kadar dahi yabancı dil bilmemektedir. Anadili gibi bilmektedir faşizmi. Hollywood dışındaki sinemaya her türlü ötekileştirme, “Amerikan vatandaşı olanlar ve diğerleri” tanımlamasının zirve noktası olan “sapına kadar Amerikalı olanlar ve diğerleri” ile vücut bulur. Trump’ın son kararnamesiyle Asghar Farhadi’nin ödül törenine katılamayacağı belirtilir. Sinemadan çıkan insan, sokakta buz gibi gerçeğe çarpar.

Farhadi insan ilişkilerine yaptığı derinlemesine analizlerle küçük insanları anlatır. Büyük adamların büyük davalarıyla ilgisi yoktur. Billy The Kid, Willy Loman’ı ezemez ona göre. Satıcının Ölümü’nün son repliğinde Willy Loman’ın karısı Linda’nın dediği gibi, “Bugün evin son taksidini de ödedim. Bugün hayatım. Ve evde kimse olmayacak. Artık özgür ve borçsuzuz. Özgürüz, özgürüz, özgürüz.” İnsanın ölmek için elalemin evini seçmesi beğenilecek bir hareket değildir. Dünyada başka yer mi yok? Trump Towers’ı da yıkar Farhadi. Nadide bir kırmızı İran halısının üzerinden geçerek…