aysetatileciksin

baro-baskanlari-bank-ve-kaydirakta-sabahladi-754935-5Anadolu lisesindeki öğretmenimin, haksızlığın karşısında mazlumu savunan tavrıma sinirlenip “Sen onun avukatı mısın?” diye bağırıp da ertesi gün annemi okula çağırdığı yıllardan önceydi. Cep telefonunun henüz yaygınlaşmadığı o yıllarda anneme ulaşamayınca gidip oturduğum, nasılsa dönüp dolaşıp geleceği yer olduğundan annemi bulacağımdan emin olduğum bir yerdi baro. Annemin “adalet dağılıyor burada” diye bize öğrettiği, her sabah mabedine gider gibi gittiği, kapısında adliye sarayı yazan binanın bir yerinde altın varaklı koltuklarla kaplı bir oda, belki de bir prenses vardır diye düşünürdüm çok küçükken. Kantinden istenen ve illa ki mavi kağıt pipetle içilen Elvan gazozunun tadıyla, babamın ve oda arkadaşının içtiği Samsun sigarasının kokusuyla özdeş, koridorlarında koşup oynadığım oyun bahçemdi o “saray”. Tanıdığım en yiğit insanlar hep Samsun sigarası kokardı ve hep “Türk milleti adına” verilirdi kararlar.

Sonra büyüdük. Ne çocukluk! Barolar, evladını devletten soranların uğrak yeri oldu bu kez. Deniz mahkemeye düşmüşse avukatı olmak isterdi o halk türküsünü yakan. Soma’da gencecik bir madenci şehidinin eşinin,  “Çekin gidin, biz sararız kendi yaramızı” diyen yaralı bir çocuğun, bir tren faciasında evladını yitiren annenin elinden tutardı sonra, hakkını aramayı öğretirdi ona sabırla, halkın avukatları. Tahterevallinin dengesini bozmamak için bir ayağını hep yere basan nesil ve onların yetiştirdikleri elele tutuşup parkları mekan tuttular sonra. Hiç oyun bahçeleri olmadığından her iktidar alanını kendi oyun bahçelerine çevirmek isteyen dar ağacı suratlı abiler, anlayamadılar bir kaydırağın üstünde cübbesiyle uyuyan baro başkanının halini. Oysa bir çocuk demişti, bir çocuğun oyuncağı olabilir dünyadaki her şey, dünyayı değiştirmek çocuk oyuncağı. Bir söz ancak böyle resmedilebilirdi.

Barolar bölündüğünde, parklar da bölünür. Çocuklar adaleti nerede öğrenir sonra? Tahterevallinin karşı tarafında genç irisi bir çocuk var, oyun oynamayı pek bilmiyor. Asılın hele kefeye!


Yağmurlu bir günde dedemle okuldan eve dönüyorduk. Benim elimde çok hevesle aldığım renkli fasulyeler, az önce onlarla sayı saymayı öğrenmişim. Dedem, “onları çantana koy” demişti, “hava yağmurlu, düşerse yağmur giderinden aşağıya, üzülürsün”. Dinlemedim. Sonra hep yağmura kapılan renkli fasulyeler girdi rüyalarıma. Benim babamın bavulu yoktu, dedemin filesi vardı, belki de o yüzden asla Nobel alamayacağımı bile bile yazmaktayım.
Bir ceviz ağacının üzerine terlikleriyle çıkan her şeye rağmen mutlu çocuklardık. Üç yanı suyla çevrili yarımada memleketimizin, Hazar Gölünün yakınında bir Sivrice köyüydü bizim memleket. Şehirde de yaşasa illa ki herkesin bir köyü vardı. Diyarbakır’ı Paris sanıyorduk, ilk hamburgeri orada yediğimizde. Malatya-Elazığ maçında hep kavga çıkıyordu, Tonton’un memleketi olan Malatya’ya yapılan yatırımların şehrimize yapılmamasına çok içerliyorduk. Sonraları hayallerimiz sığmadı şehrimize, evimiz dar geldi de uzak şehirler çağırdı, gurbetin kendisi olduk. Filemizde dedemizin aldığı renkli leblebi şekerleri, 12 saat süren otobüs yolculuğunda kuru köfte, cacık ve Zeki Müren’in ruhuna dağıtılan bir kutu baklava, bolca Müslüm Baba, vurduk sırtımıza evimizi de geldik koca şehirlere.
Sonra yine başımıza yıkıldı evimiz. En çok kadınlar kaldı hep o enkazın altında. Erkeklerin evde olduğu saatler değildi. Kadınlar kaldı kimliklerinin, yoksulluğun altında. Yaşam üçgeninin iç açıları toplamı hep makul sınırlar içinde. Hayatında ilk kez sadece kendisine önem verildiğine tanık oldu kimileri, enkaz altından çıkarken. Sonraları farklı cenahlardan ölümleri üzerine “oh olsun” yorumları yapıldı sevdiklerimizin, komşularımızın, akrabalarımızın. Konuştukları dil üzerinden ayrı bir dil kuruldu da, deprem değil, malzemeden çalınan o Babil Kulesi öldürdü onları.
Çok acı çekerken daha çok canı yanmasın diye kendi dilinde şarkılar dinlemez ya hani insan. Belki şimdi yeniden kendi dilimizle konuşmanın vaktidir. Kanatarak iyileştirmeli yaramızı. O enkazın altından aynı dille kalkmalı. Eski kelimelere yeni anlamlar yüklemeli. Evimiz başımıza yıkıldığında bırakıp gittiğimiz şehrimize filemizde umutlarımızla ve büyüttüğümüz hayallerle geri dönmeli. Oralı olunca çok canı yanıyor insanın, canı yanınca da oralı oluyor ya insan, işte o dili yeniden bulmalı ve enkaz altına seslenmeli: Sesimi duyan var mı?
Rüyamda yağmura kapılan renkli fasulyeler gördüm. Sayamadım kaç taneydi.

1455167_cover

Yatağı değiştirilmiş bir derede iki taşın arasında sıkışmış bir alabalığa benziyoruz. Şimdilerde, üretim çiftliklerinde yetiştirilen alabalıklar makbul. Çok sayıda üretilebiliyorlar bu şekilde, tatları yavan ama talebe uygun bir arz oluşturuyorlar. Biz de o iki taşın arasında derenin yatağına dönmesini bekliyoruz ümitle.

Siyah beyaz bir alana hapsedildik yıllarca, istop oynarken top hep karşı tarafın elindeydi. Ağabeylerin elinde bir renk kartelası, en insaflı olan bizden yavru ağzı ve çingene pembesi renklerini bulmamızı istedi. Bulamamamız kişisel başarısızlığımız olarak geçirildi kayıtlara. Başarı, birilerinin referansıyla makam mevki sahibi olanların tekelinde bir şey gibi gösterildi son 17 yıldır. Başarılı ağabeylerin duygusal zekası yüksekti, herkes onları seviyordu, her ortama uyum sağlamakta üzerlerine yoktu. Bizler uyumsuzlardık, ülke yararına bir şey yapmadıklarında eleştirdiğimizden kendi partimizin yöneticilerinin bile ötekileştirdiği.

“Kadrajı kurduğunuz yer politiktir” demişti oysa bir yönetmen. O kadraj hep en tepede, birbirinden hiçbir farkı olmayan muktedirleri aldı içine. Kadraja bir türlü giremeyenler, turnanın kalbinden dem vurmaya devam ettiler.

“Bir insan ömrünü neye vermeli?” diye sorarken bizler, kendimizi yetiştirmek için bizim ve ailemizin yıllarca harcadığı emeği, çabayı zimmetine geçiren, makbul olan Zübükzade ağzıyla her şekilde her yerden makam mevki devşirebilen “liyakat sahipleri” her devirde “yürüttüler işlerini”. “Devr-i sabık yaratmayacağız” diyerek yine kendi tabanını ezen, “Nasılsa bize oy verecekler” diye düşünerek tabanı “cepte” gören ve onların vatan sevgisini suiistimal eden yeni muktedirler, her devrin ötekisi parti emekçilerinin yıllardır gadre uğradığını göz ardı ederek “çekip cetvellerini kınından” sadece Cumhuriyet Halk Partili olduğu için açlığa mahkum edilmiş olan sade parti üyesine pasta doğradılar.

CHP rozetini yakasına takmaktan imtina edenler, o rozeti yüreğinin üstüne takmış olduğu ve son nefesine kadar ne pahasına olursa olsun çıkarmayacağı bilindiğinden her türlü eziyete, zulme maruz bırakılan, bırakın niteliklerine uygun makamlara atanmayı, sıradan yasal haklarını kullanmasına dahi izin verilmeyen, her gün ayrı bir yıldırma operasyonuna maruz bırakılan, sınavla alınmış oldukları, bileklerinin hakkıyla elde ettikleri makamlar dahi kendilerine bir lütufmuş gibi lanse edilmeye çalışılan, bırakıp gitsinler diye haklarında her gün soruşturma açılan bu memleketin gerçek sahiplerini bırakıp başka kutsal ittifakların peşine düştüler.

Ülkenin en iyi yetişmiş kadrolarına sahip olan, sadece parti yönetiminde olanların değil, üye olmasa bile oy veren parti gönüllüsünün dahi okuyan, yazan düşünen bir birey olduğu, tabanında binlerce “Ataması Yapılmayan İmamoğlu” bulunan partide liyakat sahibi birinin bulunamaması ve trollerin genel müdürlüğe atanması ile anladık ki, birileri umudumuzu trollüyor. Oysa biz biliriz ki, yola ikna edilmişlerle değil, inanmışlarla çıkılır. Bu nedenle bu hareket, doğduğu günden beri bir kadro hareketidir. Neoliberal politikaların geçer akçe olduğu partide, bu çizgiden sapan herhangi bir söylemin aşırı uç ve radikal olarak nitelendirilmesi ve Kemalizmin öcüleştirilmesi ile başlayan süreç şimdilerde hareketin DNA’sını mutasyona uğratmaya çalışsa da, çekirdeğini korumayı başarmıştır.

Yıllardır iktidar olunamadığından ele geçirilebilen tek iktidar alanı olan belediye yönetimlerinde yapılan atamalarla prim verilen yalnızca trollerin kendinden menkul liyakati değil, kasaba politikacılığı usulüdür. Her türlü mecrayı iktidarda ya da muhalefette muktedirin gözüne girmek için kullanmış olanlara, hala kullanmakta olanlara ve onların yöntemlerine prim verilmektedir. Bu usul, makbul gösterilmektedir.

İstanbul halkına zulmedenleri, onların kurduğu israf düzeniyle halkın parasıyla yurtdışında eğitime gitmiş olanları her ortamda dile getirip, sonra bu şahısların farklı versiyonlarıyla her kesime mesaj verebilmek uğruna kol kola yürüyenler, bizim de kalbimizi çok kırmışlardır kuşkusuz. Ama bir özür ziyareti yapılmayacak bizlere. Sadece genel siyasette değil, parti içinde de hakim olan usul gereğince; belirli bir aileye mensup olmadığımızdan, soyadımız belirli listelerde bulunmadığından.

Bir dönem komünistler için atılan sloganı şimdi büyük ağabeyler muktedirle el ele vererek bizler için söylüyorlar: Kemalistler Moskova’ya!

 

noa

Havaalanı tuvaletinde arızalı bölüme girmesine annesi izin vermeyince, “Ben büyüyünce arızalı tuvaletlere bakabilirim değil mi anne?” diye sordu küçük kız. Annesi izah etmeye çalışırken, “Evet çocuğum, büyümek tam da böyle bir şeydir bazen” diye geçirdim içimden. Arızalı tuvaletin kapısını açarsın veya seni iterler ve sen bütün pisliği gözlerinle görürsün, çünkü artık büyümüşsündür. İşte böyle bir cehennemdir büyümek. Sen sakın büyüme.

Tam da büyümekten vazgeçtiğim günlerdi, Eczacılık Fakültesinde bir hocamız vardı, salebin orkide yumrularından yapıldığını, orkidelerin çok nadir bulunan bitkiler olduğunu anlatırdı. “Benim öğrencilerim gerçek salep içemez” diye aba altından sopa gösterirdi bir de. Nadide çiçeklerin koparılmasına fahiş para cezaları getiriliyor son günlerde. Suyun üstünde yürüyebilen nilüferlerin koparılması durumunda ön görülen ceza başka, endemik bir bitki olan ters lalelerin yerinden yurdundan edilmesine biçilen başka. Papatyaları demet demet toplayabilirsiniz oysa, nadide olmadıklarından ve fiyat değer terazisine konulamayacak kadar hafif olduklarından.

“Çiçek babandır” diye sloganlar atılırken kadın dayanışması adı altında ve çiçek istemek ayıplanırken- oysa hem ekmek hem de gül isteniyordu eskiden- nadide veya değil, çiçekler eziliyordu ağır postallar altında. Tam da büyümekten vazgeçeceği yaşta, 17 yaşında bir genç kız, çocukken uğradığı tecavüzün yükünü daha fazla taşıyamayıp, çok erken büyümek zorunda bırakıldığından geçen günlerde yaşamaktan vazgeçtiğini duyurdu. Suyun üstünde yürümek değildi mucize, dünya üzerinde yürümekti. Haberi okurken Donna Donna çalıyordu fonda. Küçük bir buzağının kesilmeye götürülme hikayesiydi anlatılan. Oysa aynı şarkıcının “Hayat, sana teşekkür ederim” diye bir şarkısı da vardı. “Çiçek isteriz!” dediklerinde bütün gülleri kanatanların dünyasında, Didem Madak naifliğiyle direniyorduk, adına toplum denilen kalabalık, bir an olsun leğen kemiğimizin üstünden insin diye. Bir ötenazi sürecinin parçasıydık, rızamız yoktu. İman tahtamızın üzerinde hep aynı baskıyla çiçek istedik hep: “Cancağızım, basma perdeme bir çiçek de sen olaydın”

Papatyaları koparanlar da kravat takıp iyi hal indiriminden faydalanacak mı hakim bey? Çocukların olmadığı gibi, çiçeklerin de ulusu yok.

 

 

 

 

80 darbesiyle birlikte hayatımıza girmiş olan bu tanımlama son günlerde çeşitli kesimlerce yine dillere pelesenk edildi. Kelime anlamı olarak düşünüldüğünde, sanki gardırobunda Atatürk gocuğu bulunduran ve sürekli olarak kaşlarını Atatürk gibi tarayan bir insan evladını çağrıştırıyor. Seneler önce İzmir’de -hani şu kalemiz olan İzmir canım- Atatürk’e benzediği için herkesin ağlayarak fotoğraf çektirmek istediği bir adam vardı. O mu ola ki bu Atatürkçülüğü gardırobundan menkul insan evladı?
Peki kim bu gardırop savaşlarını çıkaran Atatürkçü? Efendim şöyle ki: Gardırop Atatürkçüsü, memleketin başına herhangi bir hal geldiğinde, içinde yorganı olmadığından, hayli yüklü gardırobunu ilk olarak toplayıp kaçacak olandır. Cihangir’de yolluğunu içerken “haydi bu da Gazi Paşa’ya olsun” demiştir o son kadeh kaldırışında, lütfetmiştir. Gazi Paşa’nın en iyi yaptığı iş, rakı içmektir onun nezdinde. Rakı sofrası geniştir lakin herkes otursun diye değil. Maksat zengin dursun. Aman efendim o Kordon’da, orada burada şurada her yerde rakısını içsindir de, dünya yansındır. Yaşam tarzı her şeyin üstünde ve ötesindedir. Zavallı egosunun bile üstünde tek gerçeğidir.
Gardırop Atatürkçüsü, solcu geçinen-adamın geçimi bundan-herkesten aldığı tek tek kelamları birleştirerek kurar ideolojisini. İdeolojisinin temelleri sağlam olmadığından her liberal rüzgarda sağa sola savrulur. Evet, kelimenin ilk anlamıyla. Öğrendiği yeni kelimeleri, kulağına çalınanları cümle içinde kullanır ki pekişsin. Kelimeler yabancı olduğundan bazen cümleler de birbiriyle çok alakasız olur. Olsun, öğrenmektedir bizim gardırop. Mesela Dilek Özçelik’e ağlar, ama o dönemde “hiçbir ilacın temininde güçlük yoktur” diye beyanat veren meslek örgütünün başkanıyla birlikte sol siyaset yapma iddiasındadır. Toplama ideolojisinin artıklarını paylaşır sosyal medyada. İnsanlar açtır, domuzlar patatesle, insanlar sözle beslenir. Elbette ki mesele hangi hayvanın kemikleri olduğu değil, kemiğin kendisidir. “Efendim, haram yemedik”. Afiyet olsun.
Her kürsü konuşmasında yegane sığınağıdır gardırobundaki o isim. Çevirdiği dolaplar fark edilmesin diye her sıkıştığında alkış almak için “Mustafa Kemal!” der. Gardırobunda bol bol takım elbisesi, kırmızı beyaz fularları filan vardır. Ama kuruluşun partisinin bayrağı eskimiştir, demodedir, “bizimle değil”dir ona göre. Beş benzemezi birleştirmek için o bayrak hiçbir yere asılmasındır. Esasen Mustafa Kemal’in hiçbir şeyi olmadığını haykırmak istemektedir ancak yine de kuruluşun partisinde bağzı arkadaşlar hala bu konuda ısrarcıdır. Sloganlara saldırır acemilikle. Yeni şeyler söylemeyi siyaset yapmak istediği partinin fikir babasının posterini duvardan indirmek zanneder. Söyleyecek yeni bir şeyi yoktur zira. O koca anlatının üzerine bir şey koyamadığından, sahte destanlara tutunur. Hikaye yazamadığından masallarla avunur. Soyadını kimse alamaz ondan nasılsa.
Ucuz Türk filmlerinde bir anda yıldızı parlayan şarkıcıların plaklarının birer birer kamera önüne atıldığı sahne yaşanır bir gün içinde. Sadece bir insana saldırarak kahraman olunduğu iddia olunur. Bir sonraki gün aynı insandan samimiyetle özür dilenir, ne oldu şimdi? Kitle her gün televizyona çıkanı kanaat önderi, her “laf sokanı” kahraman bellemeye başlamıştır. Kahraman, Elif’tir oysa, Nene Hatun’dur, Arhavili İsmail’dir, Resneli Niyazi’dir. Köklenmeyi, Elif gibi dimdik durmayı bilmeden Gülhane Parkında bir ceviz ağacı olma iddiasında olanlar çıkarlar sahneye, fikirleri nedeniyle oradan oraya sürüldüklerinden gardıropları hep sırtlarında olan gerçek Kemalistlerin ne faşistlikleri kalır, ne hainlikleri. Aşağılama ve hakaretin bini bir paradır. Küfürden başka hiçbir şey üretemeyen ama her ne hikmetse adına sol diyen siyaset kendine hala bir siyaset alanı açamamış olmanın başarısızlığını tartışmaz da, “CHP’yi sola çekeceğiz” diye tabanın dahi destek vermediği mitinglerde boy gösterir. En küçük ölçekte bile düşüncelerini hayata geçiremeyenler, toplumun “creme de la creme” tabakasında gerçekten çok mağdur olmuşlardır. Ve her gün bedel ödeyen gerçek Kemalistlerden ısrarla özür beklemektedirler.
Milli kurtuluş, milli bağımsızlık temellerinden ve anti-emperyalist kimliğinden soyutlar Atatürkçülüğü, getirir yaşam tarzına indirger. Bunları savunanların hepsi kafatasçıdır, gericidir. “Mustafa Kemal, kimsenin tekelinde değildir” efendim, öyle bilir bizim gardırop. Halbuki, illa birinin tekelinde olması gerekiyorsa, mesela buz gibi havada havuza atılan Tekel işçilerinin tekelindedir. Her Cumhuriyet Bayramında boy göstermek için çıktıkları o meşhur Nişantaşı kutlamalarından sonra attıkları konfetileri temizleyen temizlik işçisinin tekelindedir. Kemalist olduğu için gadre uğrayan namuslu bürokratın tekelindedir. Kurtardığı Türk kadınının tekelindedir.

Yani ki, kapıdaki tabela doğruysa, -ki doğrudur biz çakılırken oradaydık- siz çok yanlış gelmiş olmalısınız. İleride bir cami var, oradan bir daha sorun hele. Çıkarken de kapıyı kapatın da, kuranderde kalmayalım abiler ve dahi ablalar.


-Bu bir olay yeri incelemesidir. Olayla ilgisi olmayan sade vatandaş, çizginin dışında beklesin ki güvende olsun. Yaz evladım.
Olay yeri: İzban durağı-İzmir
Olayın tanımı: Berkay Çiftçi adlı lise öğrencisi olduğu öğrenilen şahıs, tellerden atlamak suretiyle perona ulaşmak isterken trenin çarpmasıyla can vermiştir.
Şüpheliler: Artı para, gizli zam…Biri itmiş de olabilir. Katil varsa olay yerine dönecektir. Güvenlik kameralarının takip edilerek…
-Amirim intihar vakası gibi duruyor bence.
-Haklısın evlat, belki de üniversite sınavı nedeniyle bunaldı çocuk. Yaz yaz sen öyle yaz. Aman belediyemize zeval gelmesin de. İzmir bizim kalemiz.

İzmir, bizim kalemizdi bir zamanlar. Hasan Tahsin ilk kurşunu attığında, karargah olarak kullanılan Latife Hanım’ın konağında İzmir’in Kavakları türküsü gözyaşları eşliğinde söylendiğinde. Yoksul ve namuslu halk kurtardı İzmir’i düşman işgalinden. “Gayrık yeter!” diyerek, ağır ellerini karanlığın kenarından toprağa basıp doğruldu da o halk, düşürmedi kaleyi. Sonra Kadifekale’den inip Kordon’da ekmeğinin peşine düşen Mardinli midyecinin halinden anlamaz oldu İzmirli. “Kordonboyu faytonlarrrr” filan yani. Ayağında terlikleriyle İztoban’da kitap okuyan çocuk en fazla “İztoban kekosu” olarak yerini aldı sosyal medyada. Ama olsun, İzmir bizim kalemizdi. Belediyeyi kimselere kaptırmazdık. Başka bir iktidar alanı kalmadığından o belediyenin başkanı diğer partili mevkidaşları gibi partiyi dizayn etmeye çalışırdı sonra. Olsun, kalemiz düşmesin de. Kordon buram buram lağım kokardı kalemizde. Kalemizi düşürmezdik fakat.
Dino Buzzati, başyapıtı Tatar Çölünde kimsenin uğramadığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir sınır bölgesinde bir kalede görevli olan bir subayı anlatır. Usta yazar, romanın kahramanının alacakaranlıkta kendi pelerininin rüzgarda salınışına duyduğu hayranlığı kelimelerle öyle bir resmeder ki, o pasajı okuduktan sonra anlar okuyucu, kendisinin de koruduğu ne idüğü belirsiz, ikiyüzlü, gülünç kalelerini yıkması gerektiğini. Hepsi birer süper kahraman edasıyla, kendi pelerininin rüzgarda salınışına hayran, ideolojik bir temeli olmayan politikaların sahipleri, kurucu partide kendi makamlarını kaleleri yaptıklarından, halka değmeyi seçim çalışmalarında vatandaşı kollarından tutup zorla “amcacım, teyzecim” diye diye çektirdikleri fotoğrafların sosyal medyada aldığı tıkların sayısıyla belirlerler. “Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi!” diyen Uğur Mumcu’nun cenazesinde buluşup, “unutmayacağız, hesabını soracağız” diye slogan atanlar, sonradan her şeyi kanıksadıkları gibi bu cinayeti de kanıksadıklarından yaratılan dikensiz gül bahçesinde bir gül olabilmek için, kaleyi içten fethetmeye çalışır dururlar. Maksat, kaleleri düşmesin. O mezarları dikenler bürür sonra.
Sosyal demokrat belediyecilik, artı paralarla gizli zam yaptı, bir lise öğrencisi kartında kontör olmadığı için okula yetişmek isterken, mezuniyetine iki gün kala, tellerden atlayarak, özgürlüğüne koşmak için değil fakat… İl başkanlığı seçimlerinde belediye yönetiminin desteklediği listeye oy verin de abiler, sonra kaleniz düşmesin. İzmir’de çekirdeğe çiğdem, simide gevrek diyenler Berkay Çiftçi’nin ölümüne ne diyecektir acaba? Hiçbir dilde karşılığı olmayan bir acı çöreklenir dikensiz gül bahçesinin dışında, kalelerini yıkmış olanların vicdanında. “O çocuğun ölümünden ben sorumluyum” diye uyuyamazlar. Berkay yitti, boynuna o yeşil fuları sarıp, gece trenlerine bindiğinden değil. Belediye yönetimi listelerine, milletvekili listelerine girmek için kalelerini düşürmeyen abiler, ablalar, ölümünden siz sorumlusunuz. Sizin o dikensiz gülden kaleniz de elbet bir gün düşecek. Bir çocuk tel örgülerden atlayıp kalenize girdiğinde…

cumhuriyetkadınları

Huckleberry Finn’in, Tom Sawyer’ın yaratıcısı Mark Twain bir dönem geçimini Mississippi Nehri üzerinde yük taşıyan gemilerde çalışarak sağlamış. Yazar olarak kullandığı takma adını da “iki kulaç derinlik” anlamına gelen İngilizce sözcük dizisinden almış. Büyük yazar, Adem ile Havva’nın Güncesi’nde Havva’nın Adem’in yanında gezerken, gördüğü her nesneye isim koymaya çalışmasının Adem üzerinde yarattığı gerginliği anlatır. Nereden bilmektedir bu yaratık, her şeyin ismini? Dudu kuşu gerçekten dudu kuşu mudur? Niagara diye isim taktığı şelale gerçekten Niagara mıdır? Oysa kadındır Havva, her şeyin adını bilmektedir. İsim koymak onun işidir. Mississippi Nehrinin kömürlü gemilerinin çarkçısı, ismiyle müsemma olmanın ne demek olduğunu bilir elbet.

Bir yersiz yurtsuzluktur bir ömür boyu yaşadığımız. Dünya hayatı bir sürgün yeridir, Havva’nın Adem’e yedirdiği elmayla sürüldüğümüz, öyle belletilir. Güncede, Adem’e kendini ispat etmeye çalışan Havva’nın o elma ağacının tepesine çıkıp o yasak meyveyi dalından kopardığı anlatılır. İlk yaratılanların aşk hikayesi o elmayla başlar. Çok yıllar sonra, Adem ile Havva’nın bir torunu şöyle der: “Ben onun sılası, kendimin gurbetiydim”. Yurtsuz ademoğlunun, birine yurt oluşudur aşk.

Koca koca adamlar çıkar kürsülere, iri teorik laflar etmeye de güçleri yetmez, insan yüreğine değecek iki kelam etmeye de. Adını koyamazlar hiçbir şeyin. Kadın işidir o. Sosyal medyada kampanyalar başlatılır, Avrasya Tüneline isim verme çabasında yapılan oylamalarda Mustafa Kemal Atatürk ismi öndedir, ha gayret yüklenelim butonlara. Biri mahkemeye başvurur, adının önüne yazdırır 15 Temmuz Şehitleri diye. Evlenince önceki soyadlarını yitirmek istemediklerinden, kocalarının soyadlarıyla uzar kadınların adları. 3. Köprüye Yavuz Sultan Selim ismi konulur, o köprüden kardeşlik geçemez. Bağlantı yolları çok uzaklara atar insanı. Yurdun her köşesine bir müteahhit sahip çıkar. Avrasya Tünelinin adı Avrasya Tüneli olarak kalır.

“Adı olmayan şey yoktur” der, Ahmet Hamdi Tanpınar. Bizi öldürmek isteyenlerin ülkesinde nereye ne isim koysak diye sormaz bize kimseler. Adımız yoktur, numaramız vardır artık. Patlama alanlarında bir ölü sayısı, yaralı halde hastaneye kaldırılan bir beden adediyizdir. Sahne adlarıyla Meclis genel kurulundan yayın yapanlar, bir sonraki seçimde listelerde yer bulabilmek için en ön koltukta oturanlara yakalarındaki karanfili atarlar. En çok karanfil ve mum satılır adını koyamadığımız yurdun ölüm kokan sokaklarında. Bir sonraki anmada görüşürüz.

Adını koymanın vaktidir öyleyse. Bu bizim mücadelemizdir Havva’dan beri. Adını koymak bizim işimizdir kadınlar. Yılanların Öcü’nün Irazcası, “evin önüne ev yapılır mı?” demiştir kahredip yaratırken. Dünya sürgünümüz uzar da uzar. “Sabah olsun da gidelim ana”. Kendinin gurbeti olmak düşmüşse de hep payına, hep başkasının sılasıdır kadınlar. Yeni bir yurt gerek bize, her yerinde kadın eli gezmiş. İlk ve son aşkımızsa bu gençlik çağımızda, o yurdu aşkla inşa etmek bize düşer. Bir el ver de, geçelim bu karanlıktan. Sonra bir bak, sıla mı, gurbet mi? Adını sen koy.

 

fikirtepe

“Yeni Fikirtepe konaklarında iş, alışveriş ve ev bir arada. Hayat bize güzel…” dedi eli yüzü temiz bir bey televizyondaki reklamda. Mahallenin eski haline Fikirtepe bebelerinin korkusundan son model arabalarıyla bile giremezken yeni Fikirtepe bebeleri, şimdi güvenlikli sitelerinde güvenle arz-ı endam ediyorlardı. Yurdun zenginleri, şehir merkezine dönmek isterken, merkez mahallelerin yıllarca kahrını çekmiş olan yerliler, şehrin en periferindeki kılcal damarına sürüldüler, sürgün oldular.

Fikirtepe, bir kurtuluş savaşından yenik çıkmıştı. Düşman işgal edince tepeyi, asıl sahiplerinin hepsi birer birer teslim oldular. Elleri mahkumdu. Alaattin Demirel simge oldu, direndi sonuna kadar, ne çare onun da evini alınca taahhütün uzmanları, başladı büyük kentsel başkalaşım. Mutena ve muteber bir semt olacaktı artık Fikirtepe, daha nesi? Sulukule’den sonra bir renk daha yitecekti hafızalarımızdan. Her rengin elli tonu vardı, ağabeylerin kartelasında. Siyasetin hard-pornosu aldı bütün yaşam alanlarımızı elimizden.

Yeni olan her şeyin iyi, güzel ve doğru olduğunu pompaladı sistem. Kuruluşun ve kurtuluşun partisi de nasibini aldı bu furyadan. Yedi kendi evlatlarını. Yoldaşlarımız partileri tarafından hiç kullanılmamış ruhlarını, akıllarını bu toprakta bırakarak, sürüklediler bedenlerini sınır kapılarının dışına. Sekülerizm  çoktan göç ettiğinden bu coğrafyadan ve kurtuluşun partisinden, “seküler göç” dedi buna kimileri. Gitmek istedikleri ülkelerde iyi mevkilerde değerlendirildi bir çoğunun akılları. “Bıçkılanmış dal gibi” ayrı düştük birbirimizden. Daraltıldı yollar, artık kimse yan yana yürümeyeceğinden. Gayri gider oldu yoldaşlarımız kendi öz yurtlarından. Beyin terk edince örgütü, asıl sahiplerinin elinden alınınca yaşam alanları, yurdun en nadide beyinleri göç etti dünyanın en periferindeki kılcal damarlara. Yurdun kalbi kan pompalayamaz oldu. Fikirsiz, ideolojisiz, umutsuz, bilgisiz yepyeni yüzler konuldu hemen vitrine. Hepsi birbirinden prezentabl, hepsi birbirinden elit. Pirincin içindeki beyaz taşları yuttu birer birer aç kitle. Halk Arenalarındaki müsamereler bitti, eve yine glisemik indeksi hayli yüksek kalitesi hayli düşük karbonhidratla karnı şişkin döndü, avuçları alkışlamaktan patlamış. Haritadan silindi o büyük savaşın kilit noktası olan Fikirtepe.

İşte Fikirtepe böyle düştü. O mahur besteyle yine ağlarız bir gün, şimdi emre kulak vermenin zamanıdır. Süngü taaaak!

Elin oğlunun Star Wars serisinin sonuncusunu çektiği Kapadokya’da bizim konaklı, kumalı “ağa” dizisi çekmiş olmamız ve bu dizinin yıllarca izleyiciyi ekran başına kilitlemiş olması tesadüf olamaz. Hala bazı feodal alışkanlıklarımızdan kurtulamıyoruz. Fındık kadar iktidar alanını çitle çeviren dikiyor bayrağı, herkes başlı başına bir cumhuriyet oluveriyor kuruluşun partisinde. Başka iktidar alanı kalmayınca yeni ağalıklar haline geliyor belediyeler. Bu belediyelerin başkanlarının il ve ilçe kongrelerinde kendilerinin işaret buyurduğu adaya oy vermeyen çalışanlarını kovmakla tehdit ederek oluşturdukları iktidar alanları kurultayda da parti meclisi listelerinin belirlenmesinde ortaya çıkıyor.

-Ağam beni kovir misen?

-Kovmirem lo!

Artık kurultay belediye başkanı adayını değil, tek iktidar alanının sahipleri olan belediye başkanları kurultaydaki adayları belirliyor.

Dünyanın en küçük ülkesi olarak tanımlanırken İkinci Yeni’nin şairleri birer birer, aşk şiiri yazılamıyor kurtuluşun ve kuruluşun partisinin kurultay salonlarında. Aşk şiirden önce geldiğinden değil, otel lobilerinde sevdadan söz açacak vakit bulunamadığından. Partinin ekmeğini yiyenler ve partili olduğu için ekmeğinden olanların ayrımını yapamayanların değil, yapmayanların, mücadelenin yerlilerini öz yurdunda paryalaştıran, onların varlığında kendini bir türlü olumlayamadığı için iyi, güzel, doğru herkesi ve her şeyi değilleyerek, bu mezhebe, şu etnik kökene mensup değil, buralı değil diye diye değilleyerek yok etmeye çalışan delege ağalarının fötr şapkaları hayli yöresel. “Ağam bizlen eğlenir”. Blok listenin alternatifi, demokrasinin üzerinde hayli fakir duran “strech” çarşaf listelerin kenarları hayli lastikli, cuk diye oturuyor ağaların kafasındaki çerçeveye. Dunning-Kruger Sendromu, agorafobisi oluyor öz evlatların. Herkesin işleneceğini bildiği, ancak kimsenin engel olmak için bir şey yapmadığı bir cinayet işleniyor yine Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındakine benzer şekilde. O kırmızı Pazar gününde yine öz evlatlara kan, ter ve gözyaşı, suya sabuna dokunmayan ağalara ve onların yardakçılarına makamlar, mevkiler ve kırmızı halılar vadediliyor. “Size yedirmezler ablacımlar/abicimler” çarpıyor incelttiğimiz ve medenileştirdiğimiz yanlarımıza. Hayli derin bir sığlıkta yüzme de bilmediğimizden boğuluyoruz.

Züğürt Ağa filminde güreş karşılaşmasının sonundaki ziyafete odaklanır çarıklı erkan-ı harp. Ağanın rakibine yenilmesi için baskı yapar, ama yine de hemen yenilmesindir ki rakip, ağa tiyatro yaptıklarını anlamasın. İşte o sahnede o rakip o ağaya yenilmeseydi, belki de o züğürt ağa da kendine gelebilirdi. Olay o çarıklı erkan-ı harpte ve o köylünün ziyafete konması için yenilen rakipte bitti. Almanlar yenilince değil, o abimiz yenilince yenilmiş sayıldık biz.

Demem o ki, çocuğunuzu ileride delege ağası olmaya meyletmeyeceği şekilde yetiştirin. Sonra kapıya bir “satılık köy” tabelası koyup da kaçmasın. İçinde neyi var ki? Ha güreş sahnesine takıldınız siz, yenilen pehlivan güreşe doymaz imiş.

Kimyager olan Primo Levi, “Periyodik Tablo-Hayatta Kalma Öyküleri” isimli kitabında elementler üzerinden kendi hayatta kalma öykülerini anlatır. Yaşamın anahtar elementi karbona geldiğinde sıra, bir karbon atomunun seyrini izler ve şöyle der: “Fotosentezin mekanizmasını ve karbonun rolünü çözdüğümüzde dünyayı açlıktan kurtarabiliriz”. Aşk ve devrim dahil her şey, kimyadan ibarettir.

Organik kimya, “yüce karbon” elementinin üzerine kurulmuştur. Karbonlu bileşikler, yüzyıllarca kaldıkları yer altında değerli taşlar haline dönüşürler. O küçücük elmas parçacıkları kendisinden yüzlerce yaş küçük çocukların elleriyle toplanır da, bilmem kaç karatlık pırlanta olur, bir sözleşmeye yapıştırılır pul niyetine. 

Taş yerinde ağırdır, yerinde kaldıkça değerlenir. Hayatın devam etmesinin sırrı, atomların elele verip oluşturduğu o uzun zincirlerdedir. Bir siyasal örgütün yaşam süresi, zincirlerini kırmaya gönüllü insan sayısıyla oluşturduğu zincirin uzunluğuyla ölçülür. Çorbayı içerler diye tekkeyi beklemelerine izin verilmez de kurucu partinin evlatlarının, yerlerine birileri evlat edinilir. Zincirin en zayıf halkası çıt diye kırılır er geç. 

“Her öykü esasen otobiyografiktir, her kitap az da olsa tarih kitabıdır” der, Primo Levi. Herkes kendi hikayesinin vakanüvisidir. Öyle olmalıdır. Oysa son yirmi yıldan bu yana başkalarının yazdıkları üzerinden okumaktayız kendi hikayemizi. Bizim hikayemizi kimler yazıyor? Siyasal İslamın argümanları üzerinden kendi yaşadıklarını anlamaya çalışıyor Cumhuriyet Halk Partisinin öz evlatları. Herhangi bir düşünsel veya eylemsel muradı olmayan, günü kurtaran siyaset yapma biçimi, elele verip hayati zincirler oluşturmamızı engelliyor. Hak arama kültüründen yoksun, kendi kapısının önünü bile süpüremeyen ve sürekli olarak tembellik hakkını kullanan, lümpen bir “ aydın” kitlesi yetişiyor. 

Gramsci, aydınların bir sınıfa bağlı olduklarını, egemenliğe yönelen her grubun, kendi özel organik aydınlarını yaratmak zorunda olduğunu söyler. Bu aydın sınıfı, entelijansiyanın devamı olmak yerine, yeni olan, yeni durumdan doğan aydınlar olmalıdır. Yeni durumdan kanaati olmayan önderler doğuyor. Kanaatimize önder bulamıyoruz. Kesif ve şaşkın bir elitizm kaplıyor her yanı. Her yan yanık yanık ego kokuyor. Elitist olmadığının ispatı için gaklayarak konuşan siyasetçiler, halka bu şekilde dokunduklarını iddia ederken, halk arenalarında bir alkış tufanıyla alınıyor halkın gazı. “Bu kedi bu ciğeri yedi” muhalefetine “o ciğeri kim ortada bıraktı?” diye soramıyor kimseler, dengeler adına. İsimsiz Mehmetlerin organik mücadelesinin üzerine kurulmuş olan partide soyadı tercih sebebi oluyor. “Sıfat, adın düşmanıdır” derken Flaubert, turfanda olduklarından numaraları, etiketleri bulunan ve fakat isimleri bulunmayan, aile aidiyetleri nedeniyle, soyadlarından dolayı partiye kaydedilen, ancak partiye aile aidiyeti hissetmeyen belirtisiz sıfat tamlaması vekiller, parti yöneticileri, bu kanaatin önderi olamıyor. Sıfatlarını alın, geri neleri kalır ki? Devrimci geleneğe sahip partide eleştiri, özeleştiri gibi süreçler, bir sonraki seçime kadar hep rafa kaldırılıyor. Turfanda vekil mazbatasını alana kadar sesini çıkarmayan taban, o vekil başka bir partiye geçince alıyor seranın sararmış muşamba kokusunu. “Ne olursan ol yine gel, bin kere yandaşlık yapmış, kırk kere tövbeni bozmuş, davanı satmış olsan yine gel” yeni sloganı oluyor yeni sağ ideolojinin etkisindeki kurucu partinin. Kendi evlatlarını kavganın dışına iten CHP’de taşlar yerine oturmadığından ve yerinde kalmasına izin verilmediğinden organik ve sağlam bir yapıya da ulaşılamıyor. 

Devrimler organik aydınların temel reaktifi oldukları kimyasal reaksiyonlardır. Konsantrasyonu en az olan reaktif, reaksiyonun süresini ve hızını belirler. Justus Von Liebig, Minimum Kanunu olarak tanımladığı çalışmasında, toprakta az miktarda bulunan mineralin verimliliği belirlediğini, diğer mineralleri yüz kat da arttırsanız en az olan mineralin ürünü belirlediğini tespit eder.  En geniş kitle çalışması içinde en dar kadro şiarıyla yola çıkanlar, alternatif yol arayışları içinde “çok” olmanın büyüsüne mi kapılırlar da, aslı varken suretine prim verirler? “İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak”*

Sokrates, iktidar aşıklarının, sistemin güç ilişkileri içinde yoğrulmaları nedeniyle iktidara gelmemeleri gerektiğini söyler. Ona göre, gerçek bir siyasal topluluk, ancak iktidarı hayatlarının yegane amacı ve çıkarlarının yegane aracı olarak görmeyenlerin siyasete yön vermesiyle oluşabilir. Koltuğun kendisine sunacağından daha onurlu bir yaşamın, gerçek yaşamın bulunduğunun bilincinde olanlar siyasetle hemhal olduklarında mücadele organik bir hal alır. Koltuk ambarı, devlet dairelerinde el altında ilk aşamada kullanılabilecek malzemelerin, koltuk arşivleri ise her an lazım olabilecek dosyaların bulundurulduğu mekanlardır. Bir koltuğa birkaç karpuz değil, onurlu bir ruh ve zihin sığdıramayanlar, koltuklarına kendilerini tutkalla yapıştıranlar-bu da bir uçucu madde bağımlılığı olabilir- bir süre sonra koltuk arşivinden çıkan dosyalarla kendilerini düzenin koltuk ambarlarında bulurlar. Koltuk ambarını, koltukların istiflendiği bir mekan zannetmek, acemi memurlara has bir aldanıştır. 

Turfanda vekiller veya yöneticiler, organik olmayan yöntemlerle fanusta suni gübreyle alelacele yetiştirilmiş varlıklardır. Bunlarla bu halkın açlığı giderilemez. Karbon atomunun seyrini izleyince, örgütün beslenmesi sağlanabilir ancak. Örgüt, ancak organik bir yapı olduğunda hayata tutunabilir. CHP, bu haliyle yerinde ağır olan taşların değil, turfanda vekil adayları ile çıkılan yolda her seçim yenilgisi sonrasında bağra basılan taşların partisidir. Turfanda şeklen güzeldir, vitrinde de güzel durur ve fakat bu, abime yaramaz. 
*Fikir babamın fikir babası Tevfik Fikret’e saygıyla