aysetatileciksin

Posts Tagged ‘Istanbul

1455167_cover

Yatağı değiştirilmiş bir derede iki taşın arasında sıkışmış bir alabalığa benziyoruz. Şimdilerde, üretim çiftliklerinde yetiştirilen alabalıklar makbul. Çok sayıda üretilebiliyorlar bu şekilde, tatları yavan ama talebe uygun bir arz oluşturuyorlar. Biz de o iki taşın arasında derenin yatağına dönmesini bekliyoruz ümitle.

Siyah beyaz bir alana hapsedildik yıllarca, istop oynarken top hep karşı tarafın elindeydi. Ağabeylerin elinde bir renk kartelası, en insaflı olan bizden yavru ağzı ve çingene pembesi renklerini bulmamızı istedi. Bulamamamız kişisel başarısızlığımız olarak geçirildi kayıtlara. Başarı, birilerinin referansıyla makam mevki sahibi olanların tekelinde bir şey gibi gösterildi son 17 yıldır. Başarılı ağabeylerin duygusal zekası yüksekti, herkes onları seviyordu, her ortama uyum sağlamakta üzerlerine yoktu. Bizler uyumsuzlardık, ülke yararına bir şey yapmadıklarında eleştirdiğimizden kendi partimizin yöneticilerinin bile ötekileştirdiği.

“Kadrajı kurduğunuz yer politiktir” demişti oysa bir yönetmen. O kadraj hep en tepede, birbirinden hiçbir farkı olmayan muktedirleri aldı içine. Kadraja bir türlü giremeyenler, turnanın kalbinden dem vurmaya devam ettiler.

“Bir insan ömrünü neye vermeli?” diye sorarken bizler, kendimizi yetiştirmek için bizim ve ailemizin yıllarca harcadığı emeği, çabayı zimmetine geçiren, makbul olan Zübükzade ağzıyla her şekilde her yerden makam mevki devşirebilen “liyakat sahipleri” her devirde “yürüttüler işlerini”. “Devr-i sabık yaratmayacağız” diyerek yine kendi tabanını ezen, “Nasılsa bize oy verecekler” diye düşünerek tabanı “cepte” gören ve onların vatan sevgisini suiistimal eden yeni muktedirler, her devrin ötekisi parti emekçilerinin yıllardır gadre uğradığını göz ardı ederek “çekip cetvellerini kınından” sadece Cumhuriyet Halk Partili olduğu için açlığa mahkum edilmiş olan sade parti üyesine pasta doğradılar.

CHP rozetini yakasına takmaktan imtina edenler, o rozeti yüreğinin üstüne takmış olduğu ve son nefesine kadar ne pahasına olursa olsun çıkarmayacağı bilindiğinden her türlü eziyete, zulme maruz bırakılan, bırakın niteliklerine uygun makamlara atanmayı, sıradan yasal haklarını kullanmasına dahi izin verilmeyen, her gün ayrı bir yıldırma operasyonuna maruz bırakılan, sınavla alınmış oldukları, bileklerinin hakkıyla elde ettikleri makamlar dahi kendilerine bir lütufmuş gibi lanse edilmeye çalışılan, bırakıp gitsinler diye haklarında her gün soruşturma açılan bu memleketin gerçek sahiplerini bırakıp başka kutsal ittifakların peşine düştüler.

Ülkenin en iyi yetişmiş kadrolarına sahip olan, sadece parti yönetiminde olanların değil, üye olmasa bile oy veren parti gönüllüsünün dahi okuyan, yazan düşünen bir birey olduğu, tabanında binlerce “Ataması Yapılmayan İmamoğlu” bulunan partide liyakat sahibi birinin bulunamaması ve trollerin genel müdürlüğe atanması ile anladık ki, birileri umudumuzu trollüyor. Oysa biz biliriz ki, yola ikna edilmişlerle değil, inanmışlarla çıkılır. Bu nedenle bu hareket, doğduğu günden beri bir kadro hareketidir. Neoliberal politikaların geçer akçe olduğu partide, bu çizgiden sapan herhangi bir söylemin aşırı uç ve radikal olarak nitelendirilmesi ve Kemalizmin öcüleştirilmesi ile başlayan süreç şimdilerde hareketin DNA’sını mutasyona uğratmaya çalışsa da, çekirdeğini korumayı başarmıştır.

Yıllardır iktidar olunamadığından ele geçirilebilen tek iktidar alanı olan belediye yönetimlerinde yapılan atamalarla prim verilen yalnızca trollerin kendinden menkul liyakati değil, kasaba politikacılığı usulüdür. Her türlü mecrayı iktidarda ya da muhalefette muktedirin gözüne girmek için kullanmış olanlara, hala kullanmakta olanlara ve onların yöntemlerine prim verilmektedir. Bu usul, makbul gösterilmektedir.

İstanbul halkına zulmedenleri, onların kurduğu israf düzeniyle halkın parasıyla yurtdışında eğitime gitmiş olanları her ortamda dile getirip, sonra bu şahısların farklı versiyonlarıyla her kesime mesaj verebilmek uğruna kol kola yürüyenler, bizim de kalbimizi çok kırmışlardır kuşkusuz. Ama bir özür ziyareti yapılmayacak bizlere. Sadece genel siyasette değil, parti içinde de hakim olan usul gereğince; belirli bir aileye mensup olmadığımızdan, soyadımız belirli listelerde bulunmadığından.

Bir dönem komünistler için atılan sloganı şimdi büyük ağabeyler muktedirle el ele vererek bizler için söylüyorlar: Kemalistler Moskova’ya!

1980 öncesinde yeşil kıyafetleri, beyaz kaskları ile Fruko Gazozunun şişelerine, transfer için kullandıkları üstü açık kamyonetlerde de birbirlerine yüzleri dönük olarak dörderli sıralar halinde oturduklarından gazoz kasalarına benzetildiklerinden Fruko diye adlandırılan toplum polisine o zamanki devrimci gençlik kitlesi tarafından uygulanan orantısız zeka da bu tanımlama olsa gerek. Toplum polisinin arkasından “Frukoooo!” diye bağırıp kaçmak o zamanın çocuk yüzlü devrimcilerinin bulduğu eylem şekillerinden biriymiş. Toplumsal olayları dağıtmak için kullandıkları tek araçları copları olan toplum polisleri 70’li yıllarda ayaklandıklarında cop kullanmaktan bıktıklarını söyleyerek yeni Personel Kanunu’na karşı “bize de insan gibi yaşama hakkı verilsin” talebiyle yola çıkmışlar ve halkla karşı karşıya gelmek istemediklerini beyan etmişler.

toplum polisi ayaklandı

Fruko bizim çocukluğumuzun en has gazozuydu. Televizyon reklamında üzerinde pembe mayo olan tombik bir kız çocuğu “on yüz bin milyon baloncuk yuttum” dedikten sonra, oyuncak ayısının daha çok gazoza ihtiyacı olduğunu şöyle dile getirirdi: “Çünkü onun benden çok saçı var, daha çok ısınır”.

O zamanlar erkek tipi saç dökülmesi henüz bilinmiyordu ve kimse kimsenin bir tarafında çıkan kıl olmayı bir paye olarak görmüyordu. Kıl deyip geçme, ya dönerse?

Fruko’nun yerini kara gazoz dediğimiz Coca Cola’ya bıraktığı, bir litrelik cam şişelerde kara gazoz almanın zenginlik göstergesi sayıldığı yıllarda, Toplum Polisi de Çevik Kuvvete döndü. Daha önceleri yeşil olan elbiselerin yerini lacivert görev elbiseleri aldı, bunlar eylemciyi kovalarken daha geniş bir ergonomiye sahip, rahat kıyafetlerdi.

eski toma

Toplum polisinden çevik kuvvete geçişte kıyafetler, iletişim araçları, toplumsal olaylara müdahalede kullanılacak araçlar vs. modernize edildi, ancak toplumsal olaylara müdahale anlayışı hadiseye bir asayiş meselesi muamelesi yapma anlayışına evrildi. Asayişi mahalle bekçilerine emanet etmeye alışmış, Türk filmlerinden Hulusi Kentmen’in tonton başkomiserliğine, hiç olmadı Cibali Karakolu’nun birinci sınıf, kıdemli, kolu çızıklı, az buçuk üçkağıtçı başkomiserine, o da olmadı Komiser Kemal’e alışkın olan toplum, hakkını aramak için alanlara çıktığında bu polis profilinin suretini bile göremedi. Toplumsal bir olayda müdahale edip kitleyi dağıtma anlayışı yerini çoktan cadı avı mantığına, bir cinayeti çözme mantalitesine bırakmıştı. Bir polis kurşunuyla ölen eylemcinin öldürüldüğü yere asılan polise teşekkür pankartında polisin sağladığı asayişten sitayişle bahsedilmesi, olaylara müdahaleleri nedeniyle polislere ikramiye verilmesi, toplumsal olaylardaki eylemcilerin bir katilden, bir hırsızdan daha tehlikeli olarak görüldüğünün göstergesiydi artık. İçinde bir dolu aktörün bulunduğu toplumsal olay, bir cinayeti çözmeye çalışırcasına irdelenmek istenince işin içinden çıkılamıyor, her zamanki gibi dış güçler diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışılıyor. Oysa esas cinayeti gördük. Ölene tabut/Kalana zabıt/Maktul derdest/Katil firar/Asayiş berkemal. Kurşun eline gelen taştan dolayı sektiyse demek ki.

“Herkesin polisi kendi vicdanıdır” yazar Ankara Emniyet Müdürlüğünün girişinde. Toplum olarak bir arada yaşamanın dayattığı kurallar anlatılırken teori derslerinde “her vatandaşa bir polis veremeyiz” der hocalar. Polis kente aittir. Jandarma asker abi olduğundan polisle halk arasına sokulurdu eylemlerde, tampon bölge yapılırdı eskiden. Artık o da valinin emrinde bir kolluk gücü, kolluk siyasi olunca adalet dağıtamıyor haliyle. Nihayetinde Fruko’dan Cola Turka’ya geçişte bir toplumun polisi, toplumun olmaktan çıkıyor. En çok kimin saçı varsa onun Fruko’ya olan ihtiyacı daha fazla oluyor. Sokaklarda on yüz bin milyon baloncuk yutuyoruz hep birlikte. Kapsüller depozitoluysa Emniyet’e geri mi götürsek faiz lobisi?

 Dayım anlatmıştı. 70’lerde bizim oralara gazeteler birkaç gün sonra gelirken, dedemle İstanbul’a gittiklerinde akşamüstleri gazeteci çocukların “Yarının gazetesi!” diye bağırarak bir sonraki günün gazetesini sattıklarını görmüş. “Çocuk aklımla “yarın ne olacağını nereden biliyorlar da yazıyorlar? “diye düşünmüştüm” demişti. Bu anekdot bana hep, Özalizmin yarattığı orta sınıfın bir yandan kapitalizmin ekmeğine yağ sürerken, bir yandan da vicdanını aklama çabasında başvurduğu, taşrada halkına hizmet etme meseli üzerine kurulu, Yanıkhan köyündeki bir hekimi anlatan dizi filmin adını hatırlatır: “Yarın Artık Bugündür”. Bir idealizmle söylenmiştir kuşkusuz. Oysa “dün dündür, bugün bugündür” de olamaz bu topraklarda. Yarının gazetesi hep dünü anlatır. 11 Eylül 2001’de yarının gazetesi “emperyalizm kendi silahıyla vuruldu” mu yazardı? 11 Eylül 1980’de ise yarının gazeteleri hep bazıları için şanlı, bazıları için tüh’lü, bazıları içinse sonun başlangıcı olan yarını anlattı. Ki o gazete 24 Ocak’ta çıkmıştı.

04 Nisan 2012, tarihi bir gün olduğundan mıdır yazıya tarihini düşmek istemek? Sabahtan başlayarak hangi TV kanalını açsak, hemen hemen hepsinde devrim türküleri çalınıp, eski solcular konuşturuluyordu. 12 Eylül mağduru Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleri yerine Mamak türküsü ile uyandık o sabah. Duyduğumuzda iliklerimize kadar titrediğimiz türkülerimiz bir tiyatro oyununun fon müziğiydi artık. Ki biz onları rakı sofralarında bile söyletmemiştik, kirlenmesinler diye. Eskiden darbe bildirisini okuyan TRT spikerleri, şimdilerde darbe teşebbüsünün iddianamesini okumakta. Devran döndü, her nefis bir gün intikamı tadacak mı? Sahibinden, az kullanılmış, takibi şikayete bağlı darbe dosyası, gel vatandaş gel!

Her darbenin “mağdure bacı”sı nazlı nazlı anlatıyor darbecilerle yüzleşmeyi. Sabah aynaya bakabildiği şüpheli mi? Ciğercinin kedisi Oral Çalışlar da konuşuyor mağdur olarak. Kendi meşruiyetini başkalarının mağduriyetinde arayarak, hep başkalarına yapılanların üzerinden geçinerek yaşayanlar başka türlüsünü bilmiyor. Ertuğrul Kürkçü’nün samanlıktan çıktıktan sonra “Mahir maceracıydı” demesi, daha sonra da hayatını idame ettirebilmenin tek yolunun Mahir’e sahip çıkmak olduğunu anlayınca Kızıldere türküleri söylemesi gibi. CV’sine 12 Eylül mağduru yazarak bunun ekmeğini yiyenleri, ya da ömürleri boyunca mağduriyetini meşruiyetine zemin yaparak yaşamış olanları gördükçe ranttan payını almak istemiştir belki de. Yaptıklarıyla değil, kendisine yapılanlarla gündemde tutulan ve mağduriyetinden başka tutunacak dalı olmayan bir topluluk haline getirilen nesil, katili Ökkeş Şendiller ile aynı davada müdahil oluyor. Cinayeti işleyenler olay yerine dönerken, cinayeti görenlerle, maktullere sanık sandalyesi öneriliyor. Kafa karışıklığı iyidir, kurt dumanlı havayı sever.

Eczacılık ve Kimya fakültelerindeki laboratuarlarda öğretilen temel prensiplerden biridir: “Benzer benzerde çözünür” Benzerin benzerle tedavisini öngören alternatif tıp uygulamaları ise şarlatanlık olarak algılanmaktadır. 12 Eylül’le hesaplaşmak, kurumlarıyla hesaplaşmaktır. Çocuğun babasıyla hesaplaşması kadar zordur. Bu nedenledir ki sonucu, ürünü ve devamı olduğu darbeyi yargılıyormuş gibi yapmak ancak 70 sente muhtaç yetmez ama evet aklının kanabileceği bir eylemdir. Kesif bir lağım kokusu sarıyor ortalığı. Benzer benzerde çözünüyor. Çözelti homojen.

Hukuken bir davaya müdahil olmanız için doğrudan veya dolaylı olarak suçtan zarar görmüş olmanız gerekir. Erdal Eren’in ailesi davaya müdahil olamıyor. Rüşvetin belgesi olmazken, idamın “itibar edilecek belgesi” isteniyor ailesinden. “Yetmez ama evet” nidalarıyla kendilerini sisteme yedekleyen sözde solcuların demografik fırsat penceresinden en az iki kardeşi olan 17 yaşındaki çocuklar gülümsüyor nurlu ufuklara. Yangın yerinin itfaiye erlerinin, muktedirle kurduğu bu katastrofik katarsis duruşmayı bir Brechtyen oyuna dönüştürüveriyor. Kenan Evren yabancılaşmış bir şekilde izliyor, kırık kolunu tutarak. “Kemik yaşım kaçtır acaba?” diye düşünüyor.

Seksenleri anlamak istiyorsanız TRT’deki Seksenler dizisini izleyin diyor televizyonda. Seksenler kasetçalardan sesimizi kaydedip, Alamanya’daki dayımıza gönderdiğimiz, sobalı evlerde oturduğumuz zamanlardan ve de vatka, tozluk, Serpil Çakmaklı saç modeli, iğrenç deri pantolonlar ve ceketlerden ibarettir. Bir de duvarlara arada bir yaramaz çocuklar bir takım yazılar yazarlardı o kadar. Her şey güllük gülistanlıktı, bu yaramaz çocuklar olmasaydı. Bunlar yüzünden oldu her şey. Bu yaramaz çocuklara karşı meşru bir nefsi müdafaaya geçti “bizim oğlanlar”.

Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu’nun önsözünde; bugüne kadarki insanların en eğitimli, en güzel, en gıpta edilen, yaşamaya en çok ayartan türü olarak tanımladığı Yunanlıların neden tragedyaya dahası sanata ihtiyaç duyduklarını sorgular ve şu sonuca ulaşır: Aklı ve duyarlı bir vicdanı olan için acı çekmek kaçınılmazdır. Tahsin Yücel’in Peygamberin Son Beş Günü Romanının kahramanı, işkence görmemiş olmayı kendine zul addeden “peygamber” gibi mağdur olmayı bir borç sanmak, çok acı gördüğünden acı çekmemiş olmayı ayıp bellemektir bu ülkenin solcularının kaderi.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner” der. Erdal Eren’in son bakışındaki o gözler bizim aklımızda kalır, mektubunu biz ezber ederiz. O mektup bile bir demokratlık tiradının önsözü olur. Eşyaya sinen rüyamıza bile sahip çıkarlar. Nesillerin ırzına geçilir. Marketlerde satılan ürünlerin korumalı kapakları gibi: “ilk açan siz olun” yazar genç dimağların üzerinde. Oysa nesillerin duhule müsaittir bekareti, isteyen dahil olur, isteyen müdahil. Bir kereden hiçbir şey olmaz.

Bir ülkenin otopsisi yanlış ellerce yapılır ki taammüden öldürüldüğü belli olmasın. Sanık sandalyesi boş isterseniz oturabilirsiniz. Korkmayın bir şey olmayacak. Madem oyun Brechtyen, onun sözüyle bitirelim. “Haksızlık karşısında duranların yenilgiye uğramasının nedeni sayımızın az olmasıdır ve sizden beklediğimiz tek şey biraz olsun utanmanızdır.” Belki o zaman bir asrı devrettiğinden dünya yaşı 4 olan Berfo Ananın dişleri tekrar ve daha güçlü çıkar. Yarının gazetesine, “Marmara denizindeki batık kitaplar ve aşklar çıkarıldı” diye manşet atarız. Herkes rövanşını aldıysa artık yaşamak istiyoruz.

Ayşe ÖZER

 

Çıraklık eğitim kursları çok emek vermiştir bu ülkenin halkına. Okumayan çocuklarını en azından bir altın bileziği olsun diye kaportacının yanına verirken “eti senin, kemiği benim” diyerek ustasına emanet eden terbiye ile yetişmiştir ustalar.

Bundan birkaç yıl önce The Apprentice[1] isimli bir yarışma programı vardı. Burada büyük kapitalist Donald Trump işe alacağı çıraklarını seçerdi. Beğenmediklerini de “you’re fired[2]” diye kovardı. Kapitalizmin öngördüğü kalıba nasıl döküleceklerini öğrenirdi burada yeni mezun çırak adayları.

Gazetecileri hükümeti eleştiriyor diye meydanlarda “bu gazeteleri almayın” diyenlerle, o gazetelerin sahipleri büyük mutabakatı bir açılışla kutladılar geçen gün. Trump Towers Mall büyük bir şaşaa ile açıldı. Muktedirin balkonda bahsini ettiği büyük uzlaşma bu muydu? Bir arazi yüzünden birbirlerine düşman kardeş olanlar, daha sonra kardeş kardeş kurdele kesiyorlardı. Anadolu deyimiyle ağular acı, kumalar bacı olmuş, fikir başka başk olmadığından koyun kurt ile gezer olmuştu.

Kıvılcım Dans Topluluğu’nun gösterisiyle başlayan törende konuşan Aydın Doğan, bir İstanbul sevdalısı olarak Başbakan Erdoğan’ın bu şehirle ilgili bütün projeleri yakından izlediğini bildiklerini, bugün buraya gelmesinin de bu ilginin açık göstergesi olduğunu söyledi. Aydın Doğan, ”Dünyanın cazibe merkezi haline gelen İstanbul’un ekonomisine, istihdamına ve kentsel dönüşüm çalışmalarına mütevazı da olsa bir katkıda bulunduk. Artık yıkıp bozan değil, yayıp geliştiren bir zihniyetin gelişmesi hepimize cesaret veriyor” dedi.

Yıkıp bozan değil, yayıp geliştiren zihniyet, sevdalısı olduğu şehri ortadan ikiye bölmeyi ustalık eseri olarak görürken, inşaat-göç-vasıfsız işçi-rant denklemi her beş kişiden birinin inşaatta çalışmasını planlıyordu. Gazetecilerine hükümet sevmiyor diye “you’re fired” diyen çırak, ustası Trump’dan dersini iyi almıştı ki neyin sevdalısı olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Yolu ranttan geçen herkes bir gün bir yerde buluşuyordu.

Belirli bir miktarın üzerinde alışveriş yaptığınızda Trump Towers Mall’daki Disney gösterisini ücretsiz izleyebilirsiniz. Varyemez Amcanın ya da Richie Rich’in halleri komik olabilir. Ama belki bu çırağın sefaleti daha çok ilginizi çeker. Ne de olsa kolunun diyetini veren ustasının önüne kolunu kesip atan onurlu demirci çırakları Ömer Seyfettin öykülerinde kalmıştır.

Ayşe Özer


[1] Çırak

[2] Kovuldun!

Merkez teşkilatı Ankara’da olan devlet daireleri için merkez binasının yanındaki müdürlük bile taşra teşkilatıdır. Eskiden payitahtın dışında kalan her yer taşra olarak anılırmış. Anadolu’nun parasıyla ve emeğiyle kurulan İstanbul’a vize konulması için atılan naralar bundandır. Şimdilerde Cihangir’in dışındaki her yeri taşra sananlar var. Kendi gölgesinin düştüğü yerin dışındaki her yeri taşra, orada yaşayanları da taşra sananlar türedi. Hani olur ya yabancı bir ülkeyi tek bir şehirden ibaret zanneder  insan. Muhayyilesinde Fransa sadece Paris’tir. Taşra derken kendini dünyanın merkezi sandığından herkesi taşralı, her yeri taşra sananların ağızlarını doldurarak küfreder gibi söyledikleri “taşra”dan bahsediyorum. Kavramın düşmüş hali midir bu? Bu haliyle düşünürsek, herkesin bir taşrası vardır. En mikro boyuttaki yerleşimin bile –ki mesele yerleşim de değildir çoğu zaman- daha küçüğü, en küçüğü vardır. Evlerin içinde bile sığındığımız kendi odalarımızdır belki en küçük birim. Taşranın da taşrası vardır. Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” filminde ağıtları derlemek üzere Diyarbakır’a gelen Sumru’ya yardım eden Ahmet, ona Hakkari’ye gitmesinin tehlikeli olacağını söyler. Evet, herkesin ve her yerin bir taşrası vardır, ben bilmez miyim.

Bir önceki gün maç varsa, taşra baskısı öğlene doğru ulaşır taşradaki bayilere. Zaten genellikle taşra olmayan baskısından farklıdır manşetler. Yeni haberler yetişmez taşra baskısına. Ancak futbol haberleri layık görülür taşralıya. Onları bildi de, diğerleri mi kaldı? Biz çocukken Kemalettin Tuğcu okunurdu taşrada. Merhameti öğrensin istenirdi çocuklar. “Kimseyi ezme yavrum” diye tembih edilirdi. Taşranın küçük kırtasiyelerinde de pek bulunmazdı başka çocuk kitapları. Bu nedenle Kemalettin Tuğcu’ya sürekli maruz kalırdı genç dimağlar. Büyüyüp de büyük şehre okumaya ya da çalışmaya gelince de, anasının gözü büyükşehir çocuklarını da kendisi gibi sanardı çoğunlukla “taşralı”. Modern hayata hazırlıksız yakalanırdı. Kapitalizm rüzgar gibi adaletsizdi, güçsüz olanı yıkardı. Köyünün yağmurlarında yıkanmaya alışkın bünyede yaşanan köyden indim şehre etkisi rock barda “oğlum, kafanı salla da kıro zannetmesinler” le gösterirdi kendini.

Taşralı ne zaman sesini biraz yükseltecek olsa, Kemalettin Abisinin romanlarındaki, üvey anneden dayak yiyen zavallı çocuk suratı dikilirdi karşısına. Kendinden başkasına yaşam hakkı tanımamaya programlanmış, ego manyak şeher çocukları ezdirmezdi kendini oysaki. Hora geçer miydi bu yaptıkları şeher çocuklarına? Ne gezer, onlar insanı bir varlık değil, kaynak olarak görmeye alışkınlardı. Kapitalizmin dayattığı başarı tanımının kalıbına dökülmekti bütün mesele. Herkes eleman, herkes basamaktı bu yolda ve her şey mubah. Çarıklı erkan-ı harp şehre inmemişti, şehir kendi köylü kurnazını yaratmıştı. Korkulan yer taşra, çocuklarını sevgiyle büyütürken, şehrin yeni “değerler” sistemi, insanı yalnızlaştırarak insanlıktan çıkarmıştı. Bir gram sevgiye ve insanlığa aç bünyelerin, değer gördükçe kıymet bilmek yerine kendilerini bir bok sanmaları, kendilerini adam yerine koymayanların kapısında yatmaları hep bundandı. Bir Stockholm sendromu hayatlarının göbeğine oturmuştu. Bir böcekleşme, yoluna ve sesine destek olunduğu iddia olunan kitleye böcek muamelesi yapmakla başlıyordu. Kullanılan ilkel ve hoyrat dil, tek kişilikti. “Tuzak yoktu, av olmaya hevesli olanlar vardı” onun gözünde. Muktedire, kulisçiye, işini yürütecek olana yaranma çabası, onu kendine, çevresinde yarattığı yalan dünyasına hapsederdi. Değerler sistemi ters evrim geçirmekten bitaptı.

Ve asıl  “taşralılık” kendi Stockholm sendromundan kurtulamamanın adıydı.

Ayşe Özer

 

Biz çocukken gazoz kapaklarını toplardık. Bunların ince plastikten yapılma iç kısımlarını kaldırınca altlarından ikramiye çıkardı. Bize de çıkabilirdi. Sonraları camdan yapılma, depozitolu, kocaman meşrubat şişeleri girdi hayatımıza. Bunları köye götürdüğümüzde soğusunlar diye ya gürül gürül akan çayın içine ya da köy çeşmesinin önüne koyardık. Şimdilerde su şişelerinin mavi küçük kapakları toplanıyor, engelli çocuklara tekerlekli sandalye alınsın diye. Herkes seferberlik halinde mavi kapak topluyor. Eve damacana ile su getiren adam mavi kapağı atacak olduğunda şahin gibi atlanıyor üzerine. Dışarıda bir yerde yemek yenildiğinde su şişelerinin ağzı açılır açılmaz, hemen cebe atılıyor mavi kapaklar. Biz öğrenciyken yurttaki kızlardan özel öğretmenlik bölümünde okuyan birisi tuvalet kağıdı rulosu toplardı aynı amaçla. Yani yeni değil bu mesele. Ötekileştirdiklerimize çöplerimizi, sadece atacak olduklarımızı layık görmemiz yeni değil. Kendisinin de ihtiyacı olduğu halde dostuyla, komşusuyla paylaşmayı öğütleyen terbiye, Hayat Bilgisi kitaplarında bile yok artık.

Yeni dünya, kavramları naifleştiriyor, gözümüze batmasınlar diye. Yersiz yurtsuzlaştırmaya kentsel dönüşüm diyor mesela. Şehrine yakışmayanları, şehrin dışındaki yeni gettolara yolluyor. İstanbul’a vize konulmasından dem vuruyor. “Başka İstanbul yok, gelmeyin kardeşim buralara” diyor. “Gelirseniz de Taşoluk’ta yaşarsınız” diyor. Çünkü eskiden çöplük olan Halkalı’da bile artık rezidanslar yükseldi. Bir de imkanlar sunuyor size yeni dünya, rezidans mantığıyla, tüketiminizin diyetini ödeyip rahatlayabiliyorsunuz böylece. Alles exclusive! Çöpleri ayrıştırıp doğaya ve insanlığa katkıda bulunuyorsunuz. Daha nesi?

Uganda’da çocuk istismarı yaparak çocuklardan oluşan bir ordu kuran adamın videolarının yayınlanması sonucunda bir emperyalist müdahale meşrulaştırılıyor olabilir. Olsun 10 dolar bağışlayarak sosyal aktivist olma imkanı sunuyor bize. Vicdanımızla cüzdanımız arasında da kalmıyoruz. Mendil satan çocuktan mendil alıyoruz, anlık bir rahatlama sağlıyor. Facebook hasta çocukların fotoğraflarının her bir paylaşımı için bilmem kaç kuruş ödüyor ailesine. Biz de paylaşıyoruz hemen. Tıp diliyle söylersek, belirtileri ortadan kaldırmaya yönelik, semptomatik bir tedavi, palyatif bir çözümle yok ediveriyoruz büyük suçumuzu. Gözü yaşlı küçük burjuva duyarlılığımız nelere kadir.

“Faili meçhuller, çöple beslenenler, insan insanım diyorsa bir şey yapmalı” demiş Cahit Berkay. Sartre da “İnsan, sorumluluktur” demiş azizim. Biz de bu şiarla, 10 dolar bağışlayarak sosyal aktivist olduk diye geziyoruz ortalıkta, mavi kapakları toplayıp ötekilere yolluyoruz, sadece çöplerimizi. Sabaha kadar deliksiz uyuyoruz böylece. Bizim tüketimimizden başkaları da faydalanıyor. Depozitosunu almak için bakkala geri götürüyoruz şişeleri. Mavi kapakların altındaki piyangoya da talibiz, burada huzur içinde uyumak ve öte dünyadaki dünyalığımızı yapmak için. Kıyamet değilse bile bir şey kopmalı.

Ayşe ÖZER