aysetatileciksin

Posts Tagged ‘taşralılık

Merkez teşkilatı Ankara’da olan devlet daireleri için merkez binasının yanındaki müdürlük bile taşra teşkilatıdır. Eskiden payitahtın dışında kalan her yer taşra olarak anılırmış. Anadolu’nun parasıyla ve emeğiyle kurulan İstanbul’a vize konulması için atılan naralar bundandır. Şimdilerde Cihangir’in dışındaki her yeri taşra sananlar var. Kendi gölgesinin düştüğü yerin dışındaki her yeri taşra, orada yaşayanları da taşra sananlar türedi. Hani olur ya yabancı bir ülkeyi tek bir şehirden ibaret zanneder  insan. Muhayyilesinde Fransa sadece Paris’tir. Taşra derken kendini dünyanın merkezi sandığından herkesi taşralı, her yeri taşra sananların ağızlarını doldurarak küfreder gibi söyledikleri “taşra”dan bahsediyorum. Kavramın düşmüş hali midir bu? Bu haliyle düşünürsek, herkesin bir taşrası vardır. En mikro boyuttaki yerleşimin bile –ki mesele yerleşim de değildir çoğu zaman- daha küçüğü, en küçüğü vardır. Evlerin içinde bile sığındığımız kendi odalarımızdır belki en küçük birim. Taşranın da taşrası vardır. Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” filminde ağıtları derlemek üzere Diyarbakır’a gelen Sumru’ya yardım eden Ahmet, ona Hakkari’ye gitmesinin tehlikeli olacağını söyler. Evet, herkesin ve her yerin bir taşrası vardır, ben bilmez miyim.

Bir önceki gün maç varsa, taşra baskısı öğlene doğru ulaşır taşradaki bayilere. Zaten genellikle taşra olmayan baskısından farklıdır manşetler. Yeni haberler yetişmez taşra baskısına. Ancak futbol haberleri layık görülür taşralıya. Onları bildi de, diğerleri mi kaldı? Biz çocukken Kemalettin Tuğcu okunurdu taşrada. Merhameti öğrensin istenirdi çocuklar. “Kimseyi ezme yavrum” diye tembih edilirdi. Taşranın küçük kırtasiyelerinde de pek bulunmazdı başka çocuk kitapları. Bu nedenle Kemalettin Tuğcu’ya sürekli maruz kalırdı genç dimağlar. Büyüyüp de büyük şehre okumaya ya da çalışmaya gelince de, anasının gözü büyükşehir çocuklarını da kendisi gibi sanardı çoğunlukla “taşralı”. Modern hayata hazırlıksız yakalanırdı. Kapitalizm rüzgar gibi adaletsizdi, güçsüz olanı yıkardı. Köyünün yağmurlarında yıkanmaya alışkın bünyede yaşanan köyden indim şehre etkisi rock barda “oğlum, kafanı salla da kıro zannetmesinler” le gösterirdi kendini.

Taşralı ne zaman sesini biraz yükseltecek olsa, Kemalettin Abisinin romanlarındaki, üvey anneden dayak yiyen zavallı çocuk suratı dikilirdi karşısına. Kendinden başkasına yaşam hakkı tanımamaya programlanmış, ego manyak şeher çocukları ezdirmezdi kendini oysaki. Hora geçer miydi bu yaptıkları şeher çocuklarına? Ne gezer, onlar insanı bir varlık değil, kaynak olarak görmeye alışkınlardı. Kapitalizmin dayattığı başarı tanımının kalıbına dökülmekti bütün mesele. Herkes eleman, herkes basamaktı bu yolda ve her şey mubah. Çarıklı erkan-ı harp şehre inmemişti, şehir kendi köylü kurnazını yaratmıştı. Korkulan yer taşra, çocuklarını sevgiyle büyütürken, şehrin yeni “değerler” sistemi, insanı yalnızlaştırarak insanlıktan çıkarmıştı. Bir gram sevgiye ve insanlığa aç bünyelerin, değer gördükçe kıymet bilmek yerine kendilerini bir bok sanmaları, kendilerini adam yerine koymayanların kapısında yatmaları hep bundandı. Bir Stockholm sendromu hayatlarının göbeğine oturmuştu. Bir böcekleşme, yoluna ve sesine destek olunduğu iddia olunan kitleye böcek muamelesi yapmakla başlıyordu. Kullanılan ilkel ve hoyrat dil, tek kişilikti. “Tuzak yoktu, av olmaya hevesli olanlar vardı” onun gözünde. Muktedire, kulisçiye, işini yürütecek olana yaranma çabası, onu kendine, çevresinde yarattığı yalan dünyasına hapsederdi. Değerler sistemi ters evrim geçirmekten bitaptı.

Ve asıl  “taşralılık” kendi Stockholm sendromundan kurtulamamanın adıydı.

Ayşe Özer